Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü üyeleri tarafından hazırlanan ve feminist antropolojinin tarihçesi ve yöntemine değinen yazıyı paylaşımlarınıza sunuyoruz.
 
Feminist Antropoloji Tarihi[1]

Feminist antropoloji tarihi Kadın Hareketi tarihi ile paralel bir çizgide ilerlemiştir. Bu yazıda dört ayrı dönemde ele alınacak bir tarihselleştirme ile feminist antropolojinin gelişimini, döneme damgasını vuran isimleri ve bunların feminist antropoloji tarihindeki konumlarını incelemeye çalışacağız.


I. Dönem (1850-1920)
Bu dönem I. Dalga Kadın Hareketi ile paralel bir çizgide ilerler. Dönemin temel cümlesi “yasal haklar ve eşitliktir.” I. Dalga’nın feminist kadınları yasal haklar mücadelesi verirken antropoloji çalışmalarında da kadınların yok sayılması karşısında mücadele sürdürülür. Çalışmalarda temel bilgi kaynağı olarak erkeklerin kullanılması ve kadın deneyimlerinin göz ardı edilmesi tartışılır.
 
II. Dönem (1920-1960)
1. Dünya Savaşı sonrası dönemdir. Margaret Mead, Ruth Benedict, Zora Neale Hurston dönemin önemli isimleridir. Bu dönemde kadınların etnografi çalışmalarında merkeze alınması ve bu çalışmaların kültürlerarası bakış açıları ile yürütülmesi adına çalışmalar sürdürülür.

III. Dönem (1960-1980)
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet tartışmasının yürütüldüğü dönemdir. Bu dönem II. Dalga Kadın Hareketi ile örtüşür. Dönemin temel söylemi: “Özel olan politiktir.” Feminist araştırmacılar I. Dönem’de olduğu gibi yine kadınların kişisel deneyimlerine ulaşmaya çalışırlar fakat bu dönemde tamamıyla feminist bir yaklaşımla hareket ederler. Kadınların antropoloji alanındaki görünürlüğü üzerine tartışmalar bu dönemde de devam eder ve “kadınların antropolojisi”[3] üzerine çalışmalar yürütülür. Kadınların antropolojisi çalışmaları, öncelikle kadınların etnografik yaşam öykülerine ulaşmayı ve bu öyküleri belgelemeyi hedefler. Kadınların yaşam öykülerinden derlenen belgelerle kadının toplumsal konumu açıklanmaya çalışılır ve evrensel ezilmişlik durumu araştırılır. Evrensel ezilmişlik ve kadınların görünür kılınması adına kurulan söylemler I. Dönem’le paralellikler kurmaktadır.

Bu dönemin en önemli özelliği toplumsal cinsiyet ve cinsiyet üzerine yürütülen tartışmalardır. Bu dönemde cinsiyet sabit olarak kabul edilirken toplumsal cinsiyet, cinsiyetin üzerine yüklenen toplumsal bir inşa olarak tanımlanır.

Nancy Chodorow ve Sherry B. Ortner dönemin önemli isimleridir. Ortner, “Is Female to Male as Nature Is to Culture?”(1974)[4] isimli makalesinde; doğa-kadın ve kültür-erkek eşleştirmelerinden bahset-mektedir. Fiziksel, psikolojik ve sosyolojik özelliklerinden ötürü doğa ile özdeşleştirilen kadın, karşısında aklın ve gücün sembolü, kültür ile özdeşleştirilen erkeği bulur. Doğaya yakın özellikleri ve diğer yandan kültürle kurduğu ilişki sebebi ile kültür ve doğa çıkmazı arasında ikincil bir pozisyonda konumlandırılan kadın, kültürün doğaya, dolayısıyla erkeğin kadına hükmettiği bir toplumsallaşma süreci içerisinde bulmaktadır kendisini. Ortner, makalesinde tüm bu yaklaşımların kaynağını araştırmakta ve sonuç olarak da doğaya yakınlaştırılan kadının, doğal olmaktan ziyade kültürel bir üretim sürecinde şekillendiğini savunmaktadır.


IV. Dönem (1980-2000)
Kadınların antropolojisi çalışmalarının her ne kadar dönemi açısından başarılı kazanımları olsa da; kadınları görünür kılmak ve antropolojinin alanına dahil etmek için yeterli görülmez. Kadınların evrensel ezilmişliği içinde farklı konumlanmalar olabilir ve yerel farklılıkların hesaba katılması gerekir. Dolayısıyla bu dönemde bölgesel ve kültürlerarası çalışmalara vurgu yapılır. Bu eleştirilerle beraber, 80’lerle birlikte “kadınların antropolojisi”, “toplumsal cinsiyet antropoloji”sine[5] evrilir. Toplumsal cinsiyet antropolojisi, kadınların antropolojisinden farklı olarak çalışmaların merkezine toplumsal cinsiyet ilişkilerini yerleştirir ve tüm sosyal yapıları toplumsal kimliklerin birbirleri ile olan ilişkisi üzerinden açıklamaya çalışır. Bu noktada II. Dalga’nın evrensellik vurgusu eleştirilmektedir ve bu eleştirilerle beraber III. Dalga’nın çıkışı başlamış olur. Toplumsal cinsiyet kavramının sorgulanmaya başlandığı bu dönemin en önemli isim-lerinden biri Judith Butler’dır. Butler, 1990’da yayımlanan Gender Trouble isimli kitabı ile toplumsal cinsiyet tartışmalarının en tanınan isimlerinden birisi olur.[6] Butler, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramları arasındaki fark-lılığı ortadan kaldırarak geçişken bir kimlik kavramı tanımlar. Toplumsal cinsiyet zama-na, mekana, koşullara göre kendisini yeniden tanımlayan ve sabit olmayan bir kimlik olarak sunulur. Butler, bu yaklaşımı ile II. Dönem’in önemli bir ismi olan Simon de Beauvoir’ın yaklaşımını bir adım ileri götürmektedir. Beauvoir, 1949 yılında yayımlan Le Deuxieme Sex[7] isimli kitabında, “kadın doğulmaz kadın olunur” demiştir. Butler ise bu söylemi biraz daha ileri götürür ve kadınlık durumunun icra edildikçe tanımlanan etkin bir eylem olduğunu savunur[8].

 IV. Dönem’in önemli isimlerinden birisi de Lila Abu-Lughod’tur. Abu-Lughod, araştırılan öznenin sesinin araştırmaya dahil edilmesi üzerinde durur. Yine bu dönemde araştırmacı ve araştırılan arasındaki ilişki; çoklu kimlikler; ırk, sınıf, etnisite ve sosyal statü kavramları tartışmalara dahil olur. Artık kadınlık kavramı tek başına yeterli değildir ve farklı değişkenler de hesaba katılmalıdır. Tüm bu tartışmalarla beraber de “feminist antropoloji” kavramı doğar. Feminist antropolojinin farkı; toplumsal cinsiyet çalışmalarının, kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin ve toplumsal cinsiyetin toplulukları, tarihleri, ideolojileri, ekonomik sistemleri ve politik yapıları nasıl şekillendirdiğini incelemesinde yatmaktadır. Ortaklıklarımız ve evrensellik üzerine yapılan vurgu, feminist antropoloji ile birlikte farklılıklarımıza kayar. Kadınlar kadın olmalarından ötürü evrensel problemleri paylaşabilirler ancak bu ortaklıklar ırkçılık, milliyetçilik, ekonomik ve sosyal statü vb. pek çok değişkenle birlikte farklılaşabilir.

2000’lerle beraber feminist antropolojiye pek çok bakış açısı getirilir. Postmodern feminizm, queer teori[9] tartışmaları ile beraber feminist antropolojinin tanımını daha da genişletir. Feminizm ve toplumsal cinsiyet kavramları, “doğal olarak” iki ayrı cins kabülü ile sınırlanmaz ve farklı cinsel yönelimlerin tartışmalara dahiliyeti sağlanır.

Tüm bu tartışmalarla beraber feminist antropoloji, kadınlarla kadınlara dair değil kadınlar için toplumsal cinsiyet bakış açıları ile yürütülen çalışmalar olarak tanımlanabilir. Feminist antropoloji, kadınlar arasındaki farklıkları kabul eder ve bu farklılıkları tarihsel, toplumsal, sınıfsal ve kültürel olmak üzere genişletir. Feminist antropoloji bir disiplin olarak antropolojinin amaçlarının büyük bir bölümünü paylaşır ama aynı zamanda antropoloji alanındaki teorik ve pratik yetersizliklere karşı gelir. Feminist antropolojinin antropolojiye en büyük katkısı, antropolojinin kilit sorularında ve hatta tüm sosyal bilimlerde toplumsal cinsiyeti merkezi bir yerde tutması ve toplumsal konuları feminist bir perspektifle ele almasıdır.


Feminist Antropoloji Yöntemi

Feminist antropoloji, geleneksel antropoloji teorisinin ve yöntemselliğinin antropoloji araştırmalarında kadınları görünmez kıldığı ve kadınların sesinin eril eğilimlerle susturulduğu eleştirisiyle yola çıkmış; geleneksel antropolojinin erkek egemen teorilerine ve yöntemlerine alternatifler oluşturmuştur. Kadınların kendi deneyimlerini baskın eril modellerle değil kendi ifadeleriyle anlatmalarını ve kadınların seslerini duyurmalarına katkı sağlayarak güçlendirilmelerini amaçlar. Bu amaç “kadınlarla kadınlar için” sloganıyla özetlenebilir.

Feminist antropologlar sosyal bilimlerin pek çok branşında kullanılan yöntemleri kullanırlar. Ancak feminist antropoloji yöntemselliğinin en büyük farkı bu yöntemleri feminist bakış açısıyla ele alıp uygulamasıdır. Bu yazıda, feminist antropologların sıklıkla kullandıkları yöntemlerden bahsedeceğiz; ancak belirtmeliyiz ki feminist antropoloji araştırmaları bu yöntemlerle sınırlı değildir ve çoğul yöntemlere açıktır. Feminist antropoloji kullanılan yöntemlerde neyin yanlış ve doğru olduğuna dair kesin kategoriler çizmez; ama araştırmanın “kadından kadına aktarım”ı mümkün kılan değerli bir fırsat olduğu düşüncesiyle, araştırmacı ve araştırılan arasındaki karşılıklı etkileşimi ve samimiyeti önemser, her iki tarafın da araştırmada katılımcı olacakları bir yöntemsellik kurmaya özen gösterir. Feminist antropologların sıklıkla kullandıkları yöntemler şunlardır:


1) Katılımcı Gözlem: Antropolojinin çeşitli dallarında kullanılan bu yöntemde araştırmacı araştırdığı ortamın bir parçası olur. Araştırdığı yere (köy, kasaba, mahalle vs.) gider, gerekirse burada haftalarca, aylarca kalır. Araştırdığı grubu, kültürü onların içinde yaşayarak gözlemler. Bu nedenle bu yöntem antropolojinin en karmaşık ve zaman alan yöntemidir diyebiliriz.


2) Odak Grup: Bu yöntemde görüşme birden çok kişi ile yapılmaktadır. Bu yöntemi kullanan antropologlar, kadın ortamlarında anlatıcıların birbirleriyle göz teması kurabilecek şekilde oturduklarını, ortak deneyimlerin dile getirilmesiyle birbirlerini rahatlattıklarını ve böylece görüşmenin sohbet havası içinde geçtiğini gözlemlemişlerdir. Bu yöntemi kullanan bir görüşmeciye, araştırmaya sadece veri toplamak gibi tek taraflı bir amaç doğrultusunda yaklaşmaması; görüşmeye giderken her ne kadar kafasında belli sorular ve konuşma akışı olsa da orada oluşan kadın ortamına müdahale etmemesi; araştırmayı yapanın kendisi olduğunu sürekli hissettirmekten ziyade oradaki kadınlardan herhangi biri gibi davranması ve bu çoklu ortamda pek çok şey öğrenebileceğinin farkında olması önerilebilir.


3) Sözlü Tarih: Feminist antropologlar sözlü tarih yöntemine başvurduklarında “Kadınların kadınlara ait bir dili vardır” düşüncesiyle hareket etmektedirler. Sözlü tarih yönteminin görüşmelerden farkı genelde geçmişteki bir olayla ilgili olmasıdır. Görüşülen kadının geçmişle ilgili anlatısı sözlü tarih yöntemiyle oluşturulmaktadır. Sözlü tarih daha çok sosyal olarak görmezden gelinen grupların seslerinin duyurulması amacını taşır. Bu anlamda sözlü tarih “ezilenlerin tarihi” olarak nitelendirilir. Bu anlamda sözlü tarih resmi ve ana akım tarih söylemine alternatif bir tarih yazımı önermektedir.


4) Görüşme: Bu yöntemde görüşmeci tek bir konuşmacıyla birebir görüşme yapar. Feminist araştırmacıların üzerine en çok düşündükleri noktalardan biri “iktidar” konusudur. Araştırmacı iktidar kurmayı amaçlamamış olsa da görüşme yaptığı kişiyle arasında farkında olmadan bir iktidar ilişkisi oluşabilir. Aslında feminist antropoloji, iktidar ilişkisini en aza indirmeye çabalayan bir yönteme sahiptir.

Diane Wolf “Situating Feminist Dilemmas in Fieldwork”[10] adlı makalesinde görüşmeler sırasında iktidar ilişkisinin üç şekilde ortaya çıkabileceğini belirtiyor:

1) Araştırmacıyla araştırılanın farklı konumlarından (ırk, etnik köken, cinsiyet, sosyoekonomik statü vs.) kaynaklanan iktidar: Örneğin orta sınıf bir aileden gelen bir Boğaziçi Üniversitesi öğrencisinin tekstil atölyelerinde çalışan genç kadınlarla görüşmeye gitmesi veya beyaz bir antropoloğun siyah bir kadınla görüşme yapması farklı konumlardan kaynaklanan iktidar ilişkisini doğurmaktadır. Bu iktidar ilişkisinin tersine döndüğü durumlar da olabilir. Görüşmecinin kendisinden daha “yukarı” mevkide biriyle görüşme yapması durumunda bu iktidar ilişkisinin tersine dönebileceğini savunan görüşler de vardır. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinden birinin okulun rektörüyle görüşme yapması.

2) Araştıran-araştırılan ilişkisinden kaynaklanan iktidar: Görüşmeciyle görüşülen arasındaki iktidar sorunu eşitsiz mübadeleden[11] kaynaklanan bir sorundur. Eşitsiz mübadele görüşmede anlatıcı görüşmeciye yaşadıklarını, hislerini anlatırken görüşmecinin sorular soran ve araştırmayı yönlendiren konumunda olmasıdır.

3) Yazma, sunma ilişkisinden kaynaklanan iktidar: Araştıran-araştırılan iktidar ilişkisinin devamı aslında görüşmeyi yazma-sunma bölümünde ortaya çıkmaktadır. Görüşmeci araştırmasında kullanmak üzere görüşme metni üzerinde çalışır: Bazı yerleri keser, atar, bazı yerlere vurgu yapar, görüştüğü kişi üzerinde belirlemeler yapar. Yani görüşme metnini ya da kaydını alıp şekillendiren araştırmacıdır ve görüşülen kişi artık devre dışı kalmıştır. Görüşmeci bu görüşme üzerinden bir makale, kitap yazar ya da 2006’da 8 Mart Haftası’nda Feminist Kadın Çevresi ve BÜKAK’lı kadınlar tarafından ortak olarak sahnelenen El Kızı adlı dans-müzik-tiyatro gösterisinde olduğu gibi bir prodüksiyonda görüşmeden faydalanabilir.

Wolf aynı makalesinde feminist antropoloji alanında “kadınlar hakkında kadınlar tarafından” yapılan pek çok araştırma varken “kadınlarla ve kadınlar için” yapılan akademik feminist araştırma sayısının az olduğunu belirtiyor. Görüşmecinin iktidarını pekiştirmemeye gayret edip görüşülen kişiyle karşılıklı bir ilişki kurması ve onun araştırmada özne konumunda ve söz hakkına sahip olduğu bir yöntemle ilerlemesi “kadınlarla kadınlar için” yapılan çalışmaları mümkün kılan en temel noktalardan biridir. Görüşülen kişinin de araştırmaya katkı sağlaması, araştırmada söz hakkı olması feminist perspektifin gereğidir. Aslında her görüşme kadından kadına aktarım için büyük bir fırsattır. Görüşmeci ile görüşülen arasında kurulacak karşılıklı ilişki şu şekilde kurulabilir:

Görüşmeden önce; görüşülen kişiye araştırmanın amacının, neden görüşmek için kendisinin seçildiğinin anlatılması önemlidir. Böylece görüşülen kişi araştırma hakkında bilgi sahibi olur ve araştırmanın bir parçası olduğunu hisseder, araştırmaya destek olup rehberlik edebilir. Görüşmeci görüşülen kişi için bir yabancı olmaktan uzaklaşıp paylaşımda bulunduğu bir kişi haline gelir.

Görüşme sırasında; görüşmecinin kendiyle ilgili bilgi vermesi ve görüşülen kişi soru sorarsa özenli bir şekilde yanıtlaması eşitsiz mübadeleyi azaltabilir. Görüşmecinin bir dış göz olmakla yetinmeyip görüşmeye kendinden ayrı bir şeyler katması karşılıklı ilişkiyi güçlendirecektir. Bu durumda konuşma tek taraflı olmaktan çıkar ve kurulan ilişki rahatlatılıp daha samimi bir ortam yaratılır. Ancak pek çok feminist antropolog eşitsiz mübadeleyi azaltmanın ve kurulan ilişkiyi karşılıklı hale getirmenin araştırmacının kendi sırlarını, dertlerini ortaya dökmesini gerektirmediğini belirtmiştir. Bu noktada araştırmacının ilişkideki dengeye dikkat etmesi önemlidir.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta görüşme sırasında sürekli müdahalede bulunmamaktır. Görüşmecinin belirlemiş olduğu konuşma akışına, sorulara sabitlenmesi; anlatıcının anlatısını yarıda kesip kafasındaki soruyla onu başka konuya yönlendirmeye çalışması müdahaleci bir tavır olarak nitelenebilir. Feminist antropologlar bu gibi müdahaleci tutumlardan ziyade konuşmayı gerektiği zamanlarda akışına bırakarak kadının özgürce kendi anlatısını oluşturması için ona destek olmanın önemli olduğunu vurgulamaktadırlar. Bunun için de yönlendirici, cevabı içinde saklı sorular yerine açık uçlu sorular sormak tercih edilebilir ve sorular karşıdakinin hayatı nasıl algıladığını az çok tahmin ederek sorulabilir.

Kathryn Anderson, “Learning to Listen: Interview Techniques and Analyses”[12] adlı makalesinde görüşmecilerin görüşme sırasında uyanık davranarak anlatıcının ses tonuna, vurguladığı kelimelere, mimiklerine ve jestlerine dikkat etmesini önermektedir. Görüşmelerin sadece ses kayıtlarının alınması ya da görüşmede tutulan notlar görüşmelerin analizi için çoğunlukla yetersizdir. Çünkü beden dili, duraksamalar ve ses vurguları anlatıyı şekillendiren ve anlamlandıran önemli unsurlardır. Jestler ve mimikler görüşmeciye görüştüğü kişinin hisleri hakkında ipuçları verir.

Aynı makalenin ikinci bölümünde Dana Jack görüşme sırasında dikkatle dinlemenin pek çok zaman kritik önem taşıdığını savunur.[13] Daha önce yaptığı görüşmelerin kayıtlarını dinlediğinde, görüşme sırasında anladığını düşündüğü pek çok kelimenin kullanıldığı anlamını yeterince iyi kavramadığını fark ettiğini belirtir. Dana Jack anlatıda anlamından yeterince emin olunmayan bir nokta olduğunda bunu geçiştirmeden sorular yoluyla anlatıcının tam olarak ne kastettiğini açtırmanın anlatının doğru analizi için oldukça gerekli olduğunu belirtiyor.

Feminist antropologlar anlatıcıya anlattıklarının değerli ve önemli olduğunu hissettirdiklerinde görüşülen kişinin özgüveninin arttığını ve rahatladığını gözlemlemişlerdir. Eğer kendini ve hayatını sıradan ve önemsiz olarak görürse anlatacak bir şey bulamayacak ve konuşma tıkanacaktır. Oysa görüşmecinin o hayatı öğrenmek iste-diğini, anlatılanları önemsediğini hissettirmesi görüşmenin verimini arttırabilir.

Görüşmelerdeki karşılıklı ilişkilerin niteliğini belirleyen en önemli etkenlerden biri de görüşmecinin kimliğidir. Araştırmayı yapan kişinin araştırdığı topluluğun bir üyesi olması ya da olmaması (insider[14] ya da outsider[15] olması), görüştüğü kişilerin kendisine yaklaşımlarını da önemli ölçüde belirler. İçeriden ya da dışarıdan olmak görüşmelerde yerine göre avantajlı veya dezavantajlı olabilir. Topluluğun içinden bir görüşmeci görüştüğü kişiyle belli ortak deneyimleri paylaşmış olduğu için onu daha rahat anlayabilir, kullandığı dili daha rahat yorumlayabilir ve daha kolay iletişim kurabilir. Dolayısıyla görüşmenin seyrinde açıcı olabilir. Diğer yandan görüşülen kişi, topluluğun dışından bir görüşmeciye kendini daha iyi ifade edebilmek adına anlatısını daha ayrıntılı, anlaşılır ve özenli dile getirebilir. Topluluğun bir parçası olmayan bir araştırmacının bir diğer avantajı ise, bazı durumlarda görüşülen kişinin geleneksel olarak ayıp sayılan ve kendi toplumundan kimseye anlatamayacağı konuları bir yabancıya daha rahat anlatabilmesidir.

Görüşmenin sonunda görüşmeyi nasıl bulduğunu, görüşme hakkında neler düşündüğünü sormak, görüşmeden sonra görüşülen kişinin araştırmada söz sahibi olmaya devam etmesini sağlamak için önemli bir adımdır.

Görüşmecinin görüşmeden sonraanlatıyıyazmak, analiz yapmak ve sunmak gibi ona birtakım sorumluluklar yükleyen süreçleri vardır. Görüşmecinin anlatıyı yanlış yorumlamaması, saptırmaması ve anlatıcının haklarını göz önünde bulundurması bu sorumluluğun gereğidir. Araştırmanın yazımı, yayımlanması ve sunumu aşamalarının tümünde görüşülen kişiden yapılan çalışmayla ilgili yorum almak ve geri bildirim ilişkisi kurmak çok önemlidir.

Feminist antropoloji görüşmelerin “uygulamalı antropoloji araştırması”na dönüştürülmesini teşvik eder. “Uygulamalı antropoloji” araştırılan kişinin yapılan araştırmaya dahil olmasıdır. Uygulamalı antropoloji araştırması kamusal alanda politik olarak fark yaratacak bir araştırma biçimidir. Kişinin kendi hayatını kendi ifadeleriyle, terimleriyle ve kendi şekillendirmesiyle anlattığı otobi-yografi çalışması da feminist antropologlarca teşvik edilen uygu-lamalı antropoloji örneklerinden biridir.

Bu yazıda bahsettiğimiz yöntemler feminist antropologların en çok kullandığı yöntemlerdir. Ancak belirtmeliyiz ki, feminist antropoloji araştırmaları bu yöntemlerle sınırlı değildir ve çoğul yöntemlere açıktır. Feminist antropoloji kullanılan yöntemlerde neyin yanlış ve neyin doğru olduğuna dair kesin kategoriler çizmekten ziyade araştırmanın, “kadından kadına aktarım”ı mümkün kılan değerli bir fırsat olduğu düşüncesiyle, araştırmacı ve araştırılanın karşılıklı etkileşimini ve samimiyetini önemser, her iki tarafın da araştırmada katılımcı olacakları bir yöntemsellik kurmaya özen gösterir. Sonuç olarak feminist antropoloji var olan sömürgeci, cinsiyetçi ve iktidar kuran yöntemlere karşı çıkmış ve toplumsal cinsiyetten yola çıkarak tüm iktidar ilişkilerini sorgulayan alternatif yöntemler ortaya koymuştur. Kadınların yaşamlarını kendi ifadeleriyle anlatarak seslerini duyurmalarını ve bu yolla güçlendirilmelerini amaçlayan bir yöntemsellik benimsemiştir. Feminist antropoloji çalışmaları gerek araştırmacılar gerek araştırılan kadınlar için hayatlarında fark yaratabilecek önemli bir fırsattır. Pek çok alanda görmezden gelinen, sesleri susturulan kadınların kendilerine yer açabilmeleri için, kadınların birbirlerinin deneyimlerinden haberdar olmaları ve bu deneyimleri paylaşmaları için imkanlar yaratır ve toplumsal dönüşüm idealine katkı sağlayabilir.
 

[1] Yazının bu bölümünün hazırlanmasında E. Şirin Özgün’ün Drummer Women of Anatolia başlıklıtezinden yararlanılmıştır.
[2] Elsie Clews Parsons, The Family, an Ethnographical and Historical Outline (New York: G. P. Putnam''s Sons, 1906).
[3] Antropology of women
[4] Sherry B. Ortner, Woman, Culture, and Society, “Is Female to Male as Nature is to Culture?” (Stanford, CA: Stanford University Press, 1974.) s. 68-87.
[5] Antropology of gender
[6] Henriettal Moore, “Whatever Happened to Women and Men? Gender and Other Crises in Anthropology”, Anthropological Theory Today, (H.L. Polity Press, 1999).
[7] Simone De Beauvoir, The Second Sex (French: Le Deuxième Sexe, 1949).
[8] Judith Butler, A Critical Introduction to Queer Theory, “Performance, Performativity, Parody and Politics”, yay. haz. Nikki Sullivan, (Edinburg University Pres, 2003) s. 79-81.
[9] III. Dalga Feminizm Hareketi ile birlikte ortaya çıkan Queer Teori ikili cinsiyet algısını ve “doğal olarak” kadın ya da erkek ayrımını yıkmış; cinsiyet ve toplumsal cinsiyet üzerine yürütülen tartışmalara farklı bir kategori olarak cinsel yönelim/kimlik tartışmalarını dahil etmiştir.
[10] Diane L. Wolf, Feminist Dilemmas in Fieldwork, “Situating Feminist Dilemmas in Fieldwork”, (Colorado: Westview Press, 1996).
[11] Unequal exchange
[12] Kathryn Anderson and Dana C. Jack, Women’s Words, “Learning to Listen: Interview Techniques and Analyses”, (New York: Routledge, 1991), s 11-26.
[13] a.g.e
[14] Insider kelimesinin sözlük anlamı “içeriden olan” dır. Burada görüşmecinin insider olması ile kastedilen görüşülen ile aynı aileden, aynı etnik kökenden gelmesi ya da aynı yerde yaşaması vb.dir.
[15] outsider kelimesinin sözlük anlamı “yabancı” dır. Burada görüşmecinin outsider olması ile kastedilen görüşülen ile ortak bir yaşayışı olmamasıdır.
 
Dönemin en göze çarpan isimlerinden birisi Margaret Mead olur. Yeni Gine’de üç ayrı kabile içerisinde yürüttüğü çalışmalarda kadın ve erkekler arasındaki huy/davranış farklılıklarını inceler. “Erkeksi” ve “kadınsı” tavırlar üzerine yaptığı gözlemler sonucunda, biyolojik ve toplumsal kategorilerin varlığına ve bunlar arasındaki ayrıma dikkat çeker. Hurston ise antropolojiye yeni bir anlatı tarzı getirmiştir. Hurston antropologun kendi sesinin de anlatının içine dahil edildiği ve bu vesile ile öznel olanın dahiliyetinin mümkün olabileceği bir yaklaşım benimsemiştir. Otobiyografi, biyog-rafi, yaşam öyküleri kavramlarının tartışılması ve romancı bakış açısı ile çalışmaların ele alınması Hurston’ın önemli vurgu noktalarıdır. Bu dönemin önemli isimlerinden birisi Elsie Clews Parsons’dır. Parsons, savaş karşıtı hareket içinde de yer alan bir antropo-logtur. The Family, an Ethnog-raphical and Historical Outline (1906) [2] isimli kitabında kadın araştırmacıların, erkeklerin ulaş-masının mümkün olmadığı kadın ortamlarına ulaşma imkanlarının olduğunu ve böylece kadınların yaşamlarını gözlemleyebilecek-lerini savunur. Çalışmalarını Gü-ney Batı Amerika’da sürdüren Parsons, kadınların ezilmişliği ile ilgili evrensel bulguları arama ve kadınları antropoloji alanında görünür kılma üzerine çalışmalar yürütmüştür.  
 
* Bu yazı Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü (BÜKAK) Bülteni''nin Bahar''07 sayısı ve http://www.feminisite.net web sitesinde yayınlanmıştır. Feminisite.net yetkililerine teşekkür ederiz.
 
Derleyen : Ayça Günaydın, Handan Şahin, Merve İş, Şebnem Keniş