7-9 Nisan 2009 tarihinde İstanbul Caddebostan Kültür Merkezi''nde gerçekleştirilecek olan III. Ulusal Antropoloji Kongresi ''nde sunulacak olan bildirilerin özetlerini aşağıda bulabilirsiniz. Bildiri özetleri oturum ve sunum sırasına göre aktarılmıştır.
 

“Benim Tarihim, Senin Tarihin, Onun Tarihi: Yerel Yönetimlerde Zihniyet Değişiminin Simgesel Boyutuna Bir Örnek Olarak Ankara Büyükşehir Belediyesi Amblem Savaşları”

Yar. Doç. Dr. Yücel DEMİRER

1970’lerin ikinci yarısında, Vedat Dalokay döneminde Ankara Sıhhiye Meydanı’nda yapımına başlanan ve Ali Dinçer döneminde tamamlanan Hitit Güneşi anıtı, geride yalnızca Anadolu’nun Türkler öncesi tarihine atıfta bulunan bir anıt bırakmakla kalmayıp, uzunca bir süre kullanılacak olan bir kent ambleminin de doğuş gerekçesi olmuştu. Nusret Suman tarafından yapılan ve daha proje/inşaat sürecinde tartışmalar ile gündeme giren Hitit Güneşi, dönemin Milliyetçi Cephe hükümeti ile CHP’li başkent belediyesi arasındaki rekabetin popüler mecralarından biri olarak akılda kaldı. Bahsi geçen simge üzerinden siyaset yapma durumu, 1995 yılında göreve gelen Melih Gökçek’in amblemi değiştirerek yerine Ankara’yı daha iyi tanıttığı ve temsil ettiği gerekçesiyle Kocatepe camii minareleri arasında Atakule figürünü seçmesi ile günümüze dek süren bir aşamaya evrildi. 1995 yılında karara ilişkin açılan iptal davası ve bunu izleyen karşılıklı zincirleme itirazlar geride son derece zengin tarih ve yerel siyaset yorumları bıraktı.

Bu çalışmada, bahsi geçen amblem değişimi kararı üzerinden Ankara’da yerel siyasetin değişim özellikleri ve başkent belediyesinin muhafazakarlaşma seyri tartışılacaktır. Özellikle 1995’ten günümüze biriken mahkeme metinleri, gazete haberleri ve kampanya çağrıları ekseninde, tarih algısının popülerleştirilme izlekleri ve simgelerin siyasal alanın gereksinimleri için kullanımı üzerinde durulurken, tarihsel geçmiş ile simge, simge kullanımı ile güncel siyasal kampanya yönetimi arasındaki köprülere yoğunlaşılacaktır.  Bunların yanısıra “amblem darbesi,” “amblem referandumu” gibi kavramları siyasal ve kültürel dağarcığımıza ekleyen bu durumun siyasal bağlamı üzerinde de bir anlama çabası içerecek sunuşun hedefi, bir yandan yerel siyaset yapma biçimleri ve buna bitişik üsluptaki değişimi analiz etmek, öte yandan özellikle son yıllarda artan simgesel siyasetin ilk örneklerinden olan bu deneyim üzerinden bir analitik çerçeve önerisinde bulunmaktır.  

 

“Biletli İbadet: Kutsal Mekanların Müzeleştirilmesinde Türkiye Örneği”

Yar. Doç. Dr. Aykan ERDEMİR, Dr. Tuğba TANYERİ ERDEMİR

Abstract önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır.

 

 “ ‘Örtü’, ‘Örtülü’ ve ‘Örtünmek’ Kavramlarındaki Değişim Üzerinden Türkiye’de Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Örtüşmeler”

Derya KESKİN DEMİRER, M.A.

Bu çalışmada, genel olarak örtünmenin, özel olarak ise başörtüsünün Türkiye’de 1980’lerden sonra değişen biçim ve anlamları ülkenin siyasi, iktisadi ve kültürel yapısındaki değişim ve dönüşümlere paralel olarak ele alınacaktır. Sunuşta önce tarihsel arka plan ve geleneksel biçim ve anlamlara değinilecek, daha sonra 1980’lerden sonraki değişimlere odaklanılacaktır. 1980’ler ve 1990’lardaki “türban” tartışmaları, üniversitelerdeki ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki “türban olayları” örneklerle tartışıldıktan sonra, son dönemlerde İslami sermayenin yükselişine paralel olarak ortaya atılan “İslami burjuvazi,” “modern Müslümanlık” gibi kavramların ışığında örtünmenin yeni bir yaşam tarzının sembollerinden biri ve tüketim biçimi/nesnesi olarak öne çıkması ele alınacaktır.

Örtünmenin tarih boyunca çeşitli biçim, anlam ve işlevleri olmakla birlikte, günümüz Türkiye’sinde değişen biçim ve anlamlarıyla her zamankinden daha fazla tartışılan bir olgu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Son yirmi-otuz yıla  damgasını vuran “türban” ya da “başörtüsü” tartışmaları yalnızca sürece dahil olan yeni olguları değil, bu sürecin tartışılmasına ilişkin yeni bir dili de gündeme sokmuştur. Önceden bir kadının “kapalı” olması durumu, onun az çok geleneksel, genellikle resmi okul eğitiminden geçmemiş, çoğunlukla da ev dışında bir çalışma hayatı olmayan bir kadın olduğu anlamına gelmekteyken, 1980’lerden itibaren, İslami hareketlerin yaygınlaşması ve toplumsal alanın yeniden yapılanmasıyla ortaya çıkan yeni aktörler ve değişen sınıf dinamikleriyle birlikte örtünmenin hem biçimleri ve hem de temsil ettiği anlamlar ciddi bir biçimde değişime uğramıştır.

Türkiye’de dinsel ve siyasal eksenli örtünmenin sosyal bilimler alanında keşfedildiği ilk kuşak araştırmalardan yararlanan bu çalışma, belli kesimlerde saklamak için örtünmeden gösterişçi örtünmeye doğru dönüşümün arkasındaki dinamikleri, küresel boyuttaki sosyoekonomik gelişmelerle de ilişkilendirerek tartışmak ve birinci kuşak araştırmalarda ortaya çıkan kuramsal çerçeveyi zenginleştiren ikinci kuşak araştırmaların parçası olmak niyetindedir.

 

“Popüler Kültürün Hegemonik Anlamlarının İnşasında Gençlik Alt Kültürleriyle Kurduğu İlişkiler”

Doç. Dr. Hürriyet KONYAR

Abstract önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır.

 

 ‘‘1980 Sonrası Türkiye’de Gösteri Sanatlarının Değişimi ve Kültür Politikaları’’

Atilla KILINÇ

1980 sonrası Türkiye''de Kültür Politikalarının ve vergi uygulamalarının değişimiyle birlikte sanatın bir çok farklı alanında yatırımlar artmış, şirketler kültür ve sanat bütçeleri oluşturmaya başlamışlardır. Yaşanan bu değişiklikler çeşitli vakıf üniversitelerinin kurulmasıyla birlikte sanat alanında eğitim alan öğrenci sayısını arttırmıştır. Aslında bir şekilde toplumda sanat anlayışının değişmesine, varolan seyirci sayısının artmasına, bu işleri yapacak olan kitlenin artmasına ve doğal olarak da sanatın insanların yaşamlarında daha çok yer almasına neden olmuştur. Genel olarak bu değişiklikler batı etkisiyle olmuş ve batıdaki lider değişikliklerine paralel olarak Türkiye''de değişen iktidarlarla pekiştirilmiş ve serbest piyasa ekonomisinin daha çok yayılmasıyla endüstrileşme yoluna gitmiştir. Tüm bu yaşananlar farkında olarak ya da olmayarak toplumun değişmesine neden olmuştur. Bu sunumda yaşanan sürecin olumlu etkileriyle, olumsuz etkilerinin neler olduğu üzerinde durulacak ve etkinin boyutları konusunda bilgi verilecektir. Ayrıca toplumun sanata yaklaşımının 80''li yıllarda ne olduğuna bir projeksiyon tutulacaktır.

 

‘‘Antakya Yemek Kültürü: Yemekler, Gelenekler ve Diğerleri’’

Araş. Gör. Kadriye ŞAHİN

Beslenme, bütün canlılar için  temel ihtiyaçların en başında gelir. Beslenme  zamanla biyolojik  bir  ihtiyaç olması yanında  aynı zamanda  insanlar için  bir  zevke  dönüşmüştür. İşte  bu   dönüşüm her  toplumun  kendi  mutfak   kültürünü oluşturmasına neden olmuştur. Mutfak  kültürü,  bir bölgenin, belirli  bir kültürün  belirli  bir  coğrafyanın sınırlarını belirlediği,  ekoloji,  ekonomi,  dini ve tarihi, sosyal ve kültürel  nedenlerden dolayı farklılaştığı,  genel  ve  özel  bir çok kültürel  dokuyu  içinde tutan  kapsamlı bir sistemdir. Kültürel bir sistem olarak mutfak kültürler arası  bir  ayraç konumundadır. Çünkü toplumdan topluma, bölgeden bölgeye sürekli olarak bir değişim göstermektedir. Ekolojik çevre, dinsel inanç, kültürel edinimler , dini ve etnik gruplar, eğitim düzeyi ve kültürel mirasların toplamı, damak zevkleri, yemek kültürünün çeşitlenip özelleşmesindeki etkenlerdir. Her toplumun kendine özgü  mutfak kültürü olduğu  düşüncesinden  yola  çıkarak bu bildiride  Doğu Akdeniz de bulunan Hatay İli merkez ilçesi olan Antakya''nın yemek kültüründeki değişim üzerinde  durulacaktır.Antakya bulunduğu coğrafi konum nedeniyle hem Ortadoğu''dan hem de Anadolu''dan etkilenmiştir. Bölgenin sürekli bir geçiş noktasında olması, etnik ve dini gruplar açsından zenginliği mutfak kültürün kendi içinde bir değişime  neden olmuştur.  Antakya mutfak kültüründeki bu değişim bölgenin geleneksel  yiyecekleri ve yemekleri,  araç ve gereçler, hayvancılık ve  tarım, üretim ve tüketim,  ekoloji, tarihi  ve kültürel miraslar, dini  inanışların yansımaları  yoluyla ortaya  konulacaktır.

 

“İstanbul’da Eğlence Kültürünün Yeni Haritası Türkü Barlar”

Yar. Doç. Dr. Aslı KAYHAN

Türkiye’de büyük kentler 1980’ler sonrasının en köklü neo-liberal dönüşümlerine tanıklık eden hatta bazıları için yeniden inşa edilen (Diyarbakır, Mersin vb.)diyebileceğimiz  merkezleridir.  Bu köklü neo-liberal dönüşümleri , büyük şehirlerden biri olarak İstanbul’un bütün yapısında da izlemek mümkündür; her zaman aldığı göçün niteliğinden, kültürel dokusuna, ticari hayatından, yerleşim planına kadar çok önemli değişimleri izleyebiliriz. Yeni bir orta-sınıfın yarattığı kültürel ve ticari hayatın yanısıra İstanbul’a ekonomik olmaktan daha çok politik nedenlerle göç eden yeni bir kesimden bahsetmek gerekir. Özellikle 1990’lar da yoğunlaşan  Doğu ve Güneydoğu’daki terör nedeniyle zorunlu göçe maruz kalan Kürtlerin kurmaya başladığı varoşlar ve şehrin merkez kültürel ve ticaret hayatında aldıkları konumlar önemli dinamikler olarak karşımıza çıkar.

Bu çalışma da,  bu yeni göçler sonrasında İstanbul’un popüler eğlence alanlarına katılan mekanlardan biri olan Türkü Barlar üzerine olacaktır. Aslında bu çalışma, 2006 yılında İTÜ TMDK Müzikoloji öğrencileri ve İ.Ü. Sosyoloji bölümü öğrencilerinden oluşan bir ekiple Prof.Dr. Şehvar Beşiroğlu ile başlattığımız ve halen sürdürmekte olduğumuz Kocaeli Üniversitesi destekli bir bilimsel araştırma projesinden elde edilen verilerin bir bölümünün değerlendirmesi olacaktır.  Araştırma; yukarda sözünü ettiğimiz göçe bağlı  olarak belirlenen 3 ayrı bölgede Bakırköy-Avcılar, İstiklal Caddesi ve Gazi Mahallesindeki Türkü barlarda türkü söyleyenlerle yapılan derinlemesine görüşmeler ve program kayıtları üzerinden yapılan müzikal analizleri kapsamaktadır.  Bu bildiride, araştırmanın sosyolog yürütücüsü  olarak, alandan gelen verilerle yeni filizlenen bazı bulguları müzikal mekanlar,kimlik ve popüler kültür bağlamında yorumlaya çalışacağım. Bir müzikli eğlence mekanı olmaktan çok daha fazlasını içeren Türkü Barlar, özellikle 1990’lar da Tunceli ve Sivas bölgesinden göç edenlerin kurmaya başladığı, türkülerle beraber yerel kültürel geleneklerin de temsil edilmeye çalışıldığı mekanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Mekanlar, çalanları ve izleyenleri ile 1980’ler sonrası şehrin yapısal dönüşümlerinin bir parçası olan sınıflar ve bunların kültürleri hakkında  bize oldukça önemli bilgiler veren yerler olarak görülmektedir.

Ben de bildirimde , Türkü barlarda ‘söyleyenlerin’, bu mekanları nasıl anlamlandırdıkları, kendilerinin burada varoluş nedenleri ve izleyicilerine yönelik kimlik ve sınıfsal konum gözlemleri üzerinden şehrin  popüler  eğlence mekanları içindeki yerini anlamaya çalışacağım. Bu anlama çabası aynı zamanda, kuramsal olarak müzikal mekan, kimlik ve popüler kültür bağlamında bir tartışma olacaktır.

 

“İkiye Karşı Bir: 80’lerden Sonra Türk Sinemasında Kadın Dayanışması Filmleri”

Yar. Doç. Dr. Nilay ULUSOY ÖNBAYRAK

Türk Sineması’nda kadın 1980’li yıllara gelene kadar namuslu anne-ahlaksız kötü kadın ikilemini bir türlü aşamamış, bir karton tip, bir prototip olarak varolma sorunu yaşamıştır.

12 Eylül 1980 Darbesi ile başlayan süreçte ise muhalif solun çöküşü, sağ ve sol görüşün liberalleşmesi; kişisel olanın da politik olduğunu savunan feminist muhalefetin güçlenmesini sağlamıştır. Söz konusu yeni muhalefet darbenin baskısı ile sessizleşen sinemada da etkisini göstermiş, Ömer Kavur’un 1981 yapımı “Ah Güzel İstanbul”u ile Türk Sineması’nda “kadın filmleri” ya da “kadın odaklı filmler” olarak adlandıracağımız yeni bir dönem başlamıştır. Bu filmlerde her sınıftan gerçekçi olmasına özen gösterilen kadın karakterlerin toplumdaki rolleri de göz önüne alınarak verilmiş ve kadınların sorunları üzerine kafa yorulmaya çalışılmıştır.

2. dalga feminizmin 1980’li yıllarda Türkiye’de yankı uyandırmasının  sonucu olarak yapılan çalışmalarda ve devamında; kadının Türk Sineması’nda cinsiyet ayrımcılığının belirlediği geleneksel rol kalıplarının dışında daha duyarlı temsilini oluşturmak “kadın odaklı filmler” ile başlamıştır. Günümüzde de etkisini hala gösteren kadın odaklı filmlerin sebebini, toplumsal cinsiyet açısından kadının ikincil konumunun 21. yüzyılda da devam eden kültürel geleneklerden kaynaklanması olarak verebiliriz. Kadının bu kültürel olguyu benimseme ve direnme stratejileri kadın konusunda araştırma yapanların başlıca ilgi alanlarından biridir. Bu bağlamda, kadınların gelenekselleşmiş ataerkil baskılarla başa çıkmak için başvurdukları stratejileri araştırmak amacıyla çalışmamızda kadın odaklı filmlerin başladığı 80’li yıllardan itibaren Türk Sineması’nda göze çarpan “kadın dayanışması”nı ele alan filmleri feminist film kuramlarını da göz önüne alarak incelemeye çalışacağız.

Çalışmamızda Dul Bir Kadın (Atıf Yılmaz-1985), Düş Gezginleri (Atıf Yılmaz-1992), İki Kadın (Yavuz Özkan-1992) ve son dönemden Vicdan (Erden Kıral-2008) filmleri hem kadın dayanışması hem de söz konusu dört filmdeki sekiz ayrı kadın karakterin sunumu açısından ele alınacaktır. 

 

“Toplumsal Cinsiyet Rol Modelleri: Gündelik Yaşam Pratikleri ve Dönüşen Cinsiyet Rolleri”

Yar. Doç. Dr. Gönül DEMEZ

Türkiye’de özellikle 1980’lerden itibaren göze çarpar biçimde değişen, dönüşen, ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşam kentsel mekânlardaki değişimleri de hızlandırarak, bu anlamda, gündelik yaşam pratiklerini de etkilemiştir. Gündelik yaşamda algısal dönüşümlere neden olurken, aynı biçimde algısal dönüşümlerin sonucu olan bu pratiklerin en rahat okunabileceği alanlar toplumsal cinsiyet örüntüleri, ataerkil algılamalardaki değişimler ve cinsiyetçi söylemlerdir. Konu gündelik yaşamın sıradan ve kendiliğindenmiş gibi görünen pratiklerinden yola çıkarak sistemsel ve makro düzeydeki değişimlerin teorik ipuçlarının yakalanabileceği bilgisinden hareketle ele alınabilir. Bu çerçevede medyada cinsiyetçi söylemin ele alınacağı bu çalışma ile gündelik yaşam pratiklerinin irdelendiği metinler olarak yazılı basında değişen cinsiyetçi söylemin karşılaştırılması yapılacak, toplumsal dönüşümü yansıtan bir mekân olarak medyada toplumsal cinsiyet rol modellerindeki değişimler ele alınacaktır. Bu bağlamda, söz konusu dönüşümü verebilmesi için karşılaştırmalı olarak söylem analizi yapılacaktır. Karşılaştırmanın yapılabilmesi için 1980’lerin başında popüler ulusal bir gazete ile 2000’li yılların başında popüler ulusal bir gazetenin birer hafta taranması ve yapılacak içerik analizine dayanan çalışma ile bu dönüşüm irdelenecektir.

 

 “1980’li Yılların Değişen Sinema Gündemi: Kadının Temsilindeki Dönüşümüne Eleştirel Bir Bakış”

Araş. Gör. Hülya DOĞAN

1980 askeri darbesinin etkisinin hissedildiği alanlardan biri de sinema sektörüdür. Sansür ve denetimle ilgili olarak ilk yıllarından itibaren sorunlu bir tarihe sahip olan Türk Sineması, askeri darbeyle birlikte 70’li yıllarda yakaladığı toplumsal gerçekçi akımın izlerini kaybetmeye, gündemini toplumdan bireye kaydırmaya başlamıştır. Hem dünya sinemasında etkisini gösteren feminist eleştirinin ve hem de Türkiye’de dönemin tek muhalif hareketi olan kadın hareketinin canlılığından faydalanan Türk Sineması, kadın merkezli filmlerle sinema salonlarını canlı tutmaya çalışır. Ancak bu yıllara kadar çok basit kalıplar içinde kadını ya iyi kalpli ve fedakar ya da kötü kalpli ve aile düşmanı kadınlar olarak sunan sektörün kadını ‘normalleştirmesi’  o kadar kolay olmaz. Atıf Yılmaz ve Şerif Gören gibi yönetmenler tarafından başlatılarak geliştirilen ‘kadın sineması’na ilerleyen yıllarda kadın yönetmenlerin de katılması, anlatımı çeşitlendirse de, kadın temsilinin egemen kodlardan sıyrılması anlamına gelmemektedir. Kadının temsili, kadın merkez olduğunda bile, eril bir bakışı aşmakta zorlanmakla birlikte; eril seyirciye sunulan görsellikten öteye geçmekle ve ‘kadın’ı anlatmakla ilgili sorunlar barındırmaktadır.

 

 “Popüler Edebiyat Ürünü Beyaz Dizilerin Toplumsal Cinsiyet Üzerindeki Rolü”

Dr. Meltem ERİNÇMEN KANOĞLU

Stuart Hall’e göre Kapitalist Toplum’un oluşumu sürecinde, yönetici elitlerin ya da yüksek kültürün temsilcileri dışındaki çalışan sınıfın ve yoksul kesimlerin kültürleri sermayenin şekillendirmekte olduğu toplumsal yapının oluşması için, üzerinde mücadele edilen dinamik bir alan olmuştur. Geleneksel yaşam biçiminin temel ögelerinin yerinden edildiği bu alan, popüler kültürün mevcut ideolojiyi destekleyen ve yaygınlaştıran ögeleri ile yeniden inşa edilmiştir. Böylece, kültürel değişim sürecinde, toplumun içindeki bazı biçim ve uygulamalar popüler yaşamın merkezinden uzaklaştırılıp, yerlerine yenileri geçebilsin diye etkinlikle kenara atılırlar ve dinamik bir ideolojik hedefle kültürel ögeler yeniden oluşturulur.

Bu bağlamda, yeni kimlik inşaası sürecinde iletişim araçlarına önemli roller düşer ve değişimlerin kitleye sunulma, yansıtılma, kabul ettirilme-edilme süreci, kitle iletişim araçlarının, sosyal dönüşümü teşvik edici, didaktik bir şekilde eğitici veya siyasi yapının propaganda aracı olarak kullanılması ile mümkün olabilmektedir. Kitle iletişim araçlarının, dönemlerindeki ekonomik, siyasal ve toplumsal değişimi kitleye ulaştırmaktaki görevleri önemlidir.  Buna göre, genel anlamda kültür ürünleri olarak nitelendirdiğimiz sanat eserleri arasındaki edebiyat ürünleri, toplumsal yapıyı anlama ve incelememizde de bize önemli veriler sunarlar. Özellikle edebi eserlerin yaratıcıları, eserlerini içinde yaşadıkları toplumsal çevrenin tüm dinamikleri ile birlikte ördüklerinden popüler edebiyat ürünlerinin de toplumsal yapının çözümlenmesinde ve anlaşılmasında analiz aracı olarak ele alınması mümkündür.

Bir popüler kültür ürünü edebiyat eseri, yüksek sanat özelliklerini taşımaz ve standartlaştırma, stereo-tip üretme, güdüp yönetme, dönüştürme, yalancılık, ılımlılık gibi kendi özellikleri olan tüketim ürünlerini yaratmayı hedefler. Hegemonyanın ya da otoritenin sahip olduğu gücü devam ettirebilmesi için halka dayattığı ile halkın talebi arasında bir alışveriş ilişkisi vardır. Kitle iletişim araçlarının sosyal değerlerden uzaklaştırıcı ama eğlendirici ve ilgiyi başka tarafa çekici, sonuç olarak istenmeyen gerçekten hızla uzaklaştırıcı özelliği de kabul edilmektedir. Başkaldırıcı unsurlar görünmeye başlandığında ise, bu unsurlar zenginlik, macera, aşk, güç ve sansasyonellik gibi gerçek dışı hayallerle sindirilirler. Buna göre, popüler edebiyat ürünü, geniş ve heterojen bir kitleye seslenir, doğrudan bir karşılıklı iletişime ve eleştiriye olanak vermez, tecimsel başarıya dayanır, izleyicinin/okurun özdeşleşmesi esas alınır, genellemeler yapar, yoğun bir ilgi gerektirmeden izlenir.  Buna ek olarak, popüler edebiyat siyasal iktidarın ya da hegemonik otoritelerin propaganda aracı da olabilir.

Çalışmamızda, toplumsal cinsiyet oluşumu sürecinde, gazette bayilerinde satılan, Harlequin Aşk Romanları’nda, halk arasında bilinen adıyla Beyaz Dizi’lerde, yayımlandıkları dönemlerde toplumsal cinsiyet rol ve ilişkilerinin ne şekilde ele alındığı incelenecektir. Bu ürünlerin, çeviri yoluyla topluma sunulduğu düşünüldüğünde, dönemin toplumsal cinsiyet pratikleri gözönünde bulundurulacaktır. Bu bağlamda, 1980’lerden, 1990’lardan ve 2000’lerden 5’er kitap ele alınacak, ve her dönemdeki toplumsal cinsiyet oluşturulma özellikleri incelenecektir.

 

“Hemşehrilik Dernekleri ve Sosyokültürel/Sosyopsikolojik İşlevleri”

Dr. Ercan KESAL, Dr. Cemal DİNDAR, Zeki COŞKUN

Ülkemizde seksenlerle birlikte son büyük göç dalgası yaşandığını biliyoruz. Bu göç dalgasının en önemli özelliklerinden biri; yerleşim birimi olarak köyün işlevsizleştirilmesi oldu. Birçok köy, nüfusunun büyük bölümünü kaybetti ve İstanbul başta olmak üzere metropollere ‘yığılan’ insanlar ücretli emek gücü olarak yeni bir tarifle, yeni koşullarda yaşamlarını yeniden dizayn etmek durumunda kaldılar. Bu yeni hayat tasarımının en önemli öğelerinden biri metropollerdeki ‘köy dernekleri’ oldu. Hemen her hayat olayında, ‘düğün ve cenaze’de roller üstlenen bu dernekler, göçle birlikte metropollerde yaşanan toplumsal dönüşümü anlamada anahtar görüngülerden biridir.

Biz, zaman zaman sivil toplum projesinin bir öğesi olarak da görülen hemşerilik derneklerinin Batılı anlamda ne denli sivil toplumun inşasına olumlu katkıda bulunduklarını ya da ne denli ‘yerel değerlerin-köye dönüş düşünün/kabusunun’ muhafazakar kaleleri olup sivilleşmenin önünde engel oluşturdukları sorununu tartışmayı umuyoruz.

Bu tartışmada hemşerilik derneklerine odaklanırken, toplumumuzun sosyokültürel dipakıntılarından kaynaklanan özgünlüklerin söz konusu süreçte kavuştuğu biçimleri de anlamaya çalışacağız.

 

“Değişen Devlet, Demokrasi ve Sivil Toplum”

Prof. Dr. Akile GÜRSOY

Abstract önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır.

 

“Avrupa Göç Alanında Yabancı İşgücü: Almanya’da Türk Göçmenler”

Prof. Dr. Bilhan DOYURAN KARTAL

Sanayileşme sürecindeki Batı Avrupa ülkelerinde İkinci Dünya Savaşı''ndan sonra ortaya çıkan yabancı işgücü talebi Balkan, Güney Avrupa ve Kuzey Afrika ülkelerinden bu ülkelere doğru eş zamanlı ve yoğun bir uluslar arası göç hareketine yol açmıştır. Bu bağlamda Almanya’ya yönelik Türk dış göçü 1961’de devlet eli ile artan işgücü ihracı bağlamında gerçekleşmiş, ilerleyen yıllarda diğer Batı Avrupa ülkeleriyle de işgücü sözleşmeleri yapılmıştır.

70’li yıllarda Dünya çapında ortaya çıkan ekonomik kriz söz konusu göç hareketini engelleyemediği gibi aile birleşimine yönelik çıkarılan yasalar da Türk demografik yapısının büyümesine neden olmuştur. Ancak 80’li yıllarda geri dönüşü teşvik eden yasalarla yabancı iş gücünün geri dönüşü desteklenmiş, bu dönemde binlerce Türk göçmen memleketine kesin dönüş yapmıştır. 1973’te Alman hükümeti tarafından resmen durdurulmasına karşın kurumsallaşarak ve ivme kazanarak günümüze değin süregelen göç sürecinde Türk göçmenlerin büyük çoğunluğu Almanya''da yaşamaktadır.

Güncel verilere göre Almanya''daki göçmen/yabancı nüfus yedi milyon civarındadır, üç milyon civarındaki varlığı ile Türkler en büyük yabancı gruptur ve süreye koşut olarak yerleşik duruma geçme eğilimi göstermektedirler. Bu çalışmada, toplumsal tarihin kuşkusuz önemli bir bölümünü oluşturan Almanya’daki Türk göç süreci genel olarak ele alınmakta; Türk göçmenlerin genel göçmen grubu içindeki yeri, demografik bilgiler, sürecin aile yapısında yol açtığı temel değişiklikler ve toplumsal cinsiyete etkisi ile ikinci kuşağın eğitim sürecindeki yeri irdelenmektedir.

 

“Köprünün Üstündekiler (İzmir’de Yaşayan Asya ve Afrika Kökenli Sığınmacı ve Mülteciler)

Dr. Savaş Çağlayan

Göç salt bir insan hareketliliği olarak ele alındığında insanlık tarihi kadar eski bir olgudan bahsetmek gerekmektedir. Modern anlamda göç ise, salt hareketten daha ziyade kitleselliği ve hareketin sosyal yapıdaki etkilerini ön plana çıkaran bir bakış açısını gerektirmektedir. Günümüzde geçmişe göre, gerek üst yapısal etkilerin baskısından gerekse de bireysel itkilerden daha fazla etkilenen göç olgusu, giderek daha karmaşık bir hale gelmektedir. Bu karmaşık ve sofistike yapının analizi de giderek güç bir hal almaktadır. Böylesi bir dönemde sağlıklı bir göç analizi yapabilmek için öncelikle incelenen göçün ne olduğunun anlaşılması ve eksiksiz bir biçimde tanımlanması gerekmektedir. Bu tanımlama aynı zamanda coğrafi faktörler göz önüne alınarak da yapılmalıdır.

Yasadışı göç olgusuna ülkemiz özelinden bakıldığında, Anadolu coğrafyasının Asya ve Avrupa arasında bir köprü olduğu klasik söylemini tekrar hatırlamak gerekmektedir. Yasadışı yollarla Avrupa''ya geçmek isteyen sayısı hayli fazla, tam sayısının hiçbir zaman bilinemeyeceği, göçmenin Anadolu üzerinden geçtiğini bilmekteyiz. Bu geçiş sürecinde gerek gönüllü olarak gerekse de zorunluluktan dolayı birçok kişinin de ülkemizin çeşitli kentlerinde yaşamak zorunda kaldığı da tespit edilmiş bir gerçektir. Bu gerçeklik bağlamında göçmenlerin hukuksal bir statüsü, aynı zamanda göçü ve göçmenliği belirleyen birer etken olarak mülteciler ve sığınmacılar da ülkemizin çeşitli kentlerinde yaşamaktadırlar.

Bu tebliğde öncelikle yaşanan göç olgusunun ne olduğu ve göçün analizi için nasıl tanımlanması gerektiği üzerinde durularak, küresel bağlamda bir bakış açısı ortaya konmaya çalışılacaktır. Ülkemizdeki mülteci ve sığınmacıların önemli toplanma merkezlerinden birisi olan İzmir çalışma alanı olarak seçilmiştir. İzmir de Basmane''nin üst kesimleri ve Dönertaş bölgesinde yaşayan Asya ve Afrika kökenli yasadışı göçmenler, mülteci ve sığınmacıların bölgedeki yaşamları, yaşamsal pratikleri, göçe dair algı ve beklentileri gözlem ve mülakat yoluyla incelenecektir. Ayrıca hukuksal statü olarak mültecilik, sığınmacılık ve yasadışı göçmenliğin neler olduğu, bu hukuksal statülerin kişilerin kapasitelerini ve gündelik hayatlarını nasıl etkilediği konusunda bir analiz geliştirilmeye çalışılacaktır.

 

 “Kadınların Gündelik Yaşamında ‘Vatandaşlık’ Kavramının Farklı Kullanımları: Bursa’ya Bulgaristan’dan ve Doğu-Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nden Göç Eden Kadınların Karşılaştırılması”

Dr. Neşe ÖZTİMUR

Son on yıllarda tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de vatandaşlığın yerleşik tanımlarına ilişkin eleştirel okumalar çoğalmış, ulus-devletin tanımladığı ve genel kamuya referansla oluşturulan vatandaşlık anlayışı eleştiril olmuştur. Millete bağlılığa atfen kurulan bir vatandaşlık tanımı yerine, kentteki toplumsal ilişkiler ağında diğerleriyle ilişki içindeyken deneyimlenen, ekonomik ve kültürel kapitalin yeniden nasıl bölüştürülebileceğiyle ilgili taleplere gönderme yapan vatandaşlık anlayışının kullanımı hem literatürde hem de toplumsal yaşamda yaygınlaşmıştır.

Vatandaşlık tartışmalarında, devletin vatandaşı nasıl tanımladığı kadar, vatandaş sayılanların kendi vatandaşlık konumlarını nasıl algıladıklarının, vatandaşlığı gündelik yaşam pratiklerinde hangi stratejik yollarla nasıl kullandıklarının araştırılması da önemlidir. Bu çalışmanın amacı, göç etmiş kadınların yaşam hikâyelerine kulak kesilerek vatandaşlık kavramıyla ilgili tartışmalara “kadın vatandaşların” sesini duyurarak katkı sağlamaktır.

Çalışma boyunca Bursa’ya Bulgaristan’dan göç etmiş kadınlarla, Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinden göç etmiş kadınlar karşılaştırılarak şu sorulara yanıt aranmaya çalışılacaktır: Vatandaşlık kavramını göçmen kadınlar kent yaşamıyla kurdukları ilişkiler içinde nasıl tanımlamaktadırlar? Bu tanımlamalarda devlet nasıl kavramlaştırılmaktadır?; Vatandaşlığın millet bağına referansla ya da millet bağından koparılarak tanımlanması hangi toplumsal durumlara denk düşmektedir? Kent ortamında “ötekilerle” karşılaşmalar vatandaşlığın kavramlaştırılma biçimini nasıl etkilemektedir? Bursa’ya göç etmiş 30 kadınla (15’i Bulgaristan’dan 1989 sonrasında göç etmiş kadınlarla, diğer 15’i de Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgelerinden 1990’lı yıllarda göç etmiş kadınlarla)  yapılan yaşam hikayesi ve sözlü tarih çalışmalarıyla bu soruların izinden gidilecektir.

 

“Geleceğe Dönüş: 21. Yüzyılda Kır Çalışmalarının Önemi ve Antropolojide Yeni Yaklaşımlar„

 Araş. Gör. Hande ÖZKAN
Bu bildiride Türkiye tarihi boyunca yapılmış kır çalışmalarının bir değerlendirilmesi sunulacak ve bu geleneğin antropoloji ve benzeri disiplinlerdeki yeni teorik yaklaşımlarla nasıl harmanlanacağı ele alınacaktır. Sömürgecilik geçmişine sahip olmayan toplumlarda etnografik araştırmalar antropolojiyle sınırlı değildir. Benzer bir durum Türkiye’deki etnografik araştırmalarda da gözlenebilir. Bu bağlamda Türkiye’deki kırsal saha araştırması geleneğini Riza Nur’un yönetiminde yayınlanan Sıhhi Içtimai Coğrafya serisiyle başlatmak mümkündür. Kemalist dönemdeki koycülük akımını sonraki yıllarda Paul Stirling’in başlattığı gelenek izlemis ve kırsal çalışmalar 1960’li ve 1970’li yıllarda yapılan köy monografileriyle doruk noktasına ulaşmıştır. Bu yıllarda aynı zamanda saha araştırmalarında köylerden kasabalara bir kayış gözlenmektedir. Önceki dönemlerden farklı olarak son yıllarda Türkiye’ye yönelik antropolojik çalışmalar gerek Türkiye’de gerek yurtdışındaki akademik çevrelerde ivme kazanmıştır. Bununla birlikte etnografik calışmalarda kentlerin ağırlığı giderek artmakta ve adeta bir kent-kır ayrımı oluşmaktadır. Bu gelişmeler ışığında Cumhuriyet tarihi boyunca yapılmış etnografik kır çalışmalarının tarihsel ve teorik açıdan değerlendirilmesi birkaç noktadan önem taşımaktadır. Bu çalışmaların en önemli mirası kırla kent arasındaki bağlantılara yapılan vurgudur. Oysa kent araştırmaları kırsal meseleleri veri olarak almakta ve kente dair birçok unsurun kırsal alanla bağlantısı noktasında sessiz kalmaktadır. Köylü nüfusun yarısını oluşturan orman köylüleri hakkında sosyal bilimlerin sessizliği bunun en çarpıcı örneklerindendir. Günümüzde akademik çevrelerde kırsal ve tarımsal meselelerle ilgili son derece yenilikçi ve teoriden beslenen calışmalar yapılırken, Türkiye’deki bu geleneğe eleştirel bir gözle yaklaşmak yeni bir kırsal çalışmalar geleneğinin de zeminini oluşturacaktır. Nitekim böyle bir gelenek, son yıllarda antropoloji çevrelerinde ağırlık kazanan tarihsel yönelimi beslemenin yanı sıra yine son yıllara damgasını vurmuş ve disiplinlerarası bir çerçeveye sahip çevre antropolojisinin de Türkiye çalışmalarına girmesi için bir kanal oluşturacaktır.

 

‘‘Mayın Tarlalarının Yolcuları: Kaçaklar’’

Yar. Doç. Dr. Abdurrahim ÖZMEN

Temel olarak insanların, hayatlarını sürdürmek ve kendilerini toplumsal grup içinde ifade etmek için maddi dünyayı nasıl kullandıkları ve algıladıkları konusuna odaklanan ekonomik antropoloji, insanların meşgul olduğu ekonomik uğraşılarla beraber, bu uğraşı ve uygulamalar çevresinde ve onlarla birlikte gelişen kültürel örüntüleri de inceleme ve anlama imkânı sunar. 

Bu çalışmada, ekonomik antropolojinin sunduğu teorik imkânlar çerçevesinde; 1980’lere kadar özellikle Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu sınır yerleşim birimlerinde yoğun bir ekonomik uğraş olup, 12 Eylül 1980 askeri yönetimiyle beraber azalıp farklı bir görünüm kazanan Kaçakçılık ve bu uğraşının etrafında oluşup gelişen kültürel örüntüler, Mardin’in Nusaybin ilçesi örneğinde incelenecek.

Ekonomiyi, kıt kaynakların sınırsız ihtiyaçları karşılamak üzere dağıtımıyla ilgili faaliyetler olarak tanımlamayı tercih eden ve yoğun emek ve çalışma üzerine kurulu biçimselci iktisat bakış açısına göre, toplumların tümünde, insanların istek ve ihtiyaçlarını karşılayacak yeterlilikte ürüne sahip olamama bir hayat gerçeğidir. Bu düşünce biçiminin insanlar arasında “sonsuz” bir eşitsizliğinin meşruluğuna işaret ettiği kuşkusuzdur. Oysa bunun tersini ortaya koymuş olan pek çok etnografik çalışma antropoloji literatüründe mevcuttur. Bu çalışmayla, bu konuya Nusaybin’den de bir örnek verilecektir. Zira, 1980’lere kadar ekonomisinin büyük bir kısmı kaçakçılıkla biçimlenen Nusaybin, 1980 sonlarından itibaren ulusal ve uluslar arası politik siyasaların yereli yadsıyıcı gündelik kararları sonucu ekonomik olarak büyük bir kan kaybına uğramış durumdadır. Çalışma içerisinde bu konuya da kısaca değinilecektir. Ayrıca, bu bildiride, uzun süre sınır boyunda etkin bir kimlik olan kaçakçılar üzerine yapılmakta olan sözlü tarih çalışmasından da bir örnek sunulacaktır.

 

 “Yoksulluk ve Demokrasi”

Dr. Naciye YILDIZ

Yetmişli yıllarda uygulanmaya başlayan neoliberal ekonomik politikaların yarattığı yoksulluğun günümüzde derinleşmekte olan krizle beraber giderek yoğunlaşacağı ve yaygınlaşacağı öngörülebilir. Bu büyük çaplı yoksullaşma beraberinde birçok siyasi ve toplumsal sorunları getirecektir. Bunlardan birisi de demokratik siyasi mekanizmanın meşruiyet kaybı olacaktır.

Günümüz ulus devletlerinin liberal demokratik siyasi yapılanması esas olarak temsiliyet ilkesine dayanmaktadır. Temsili demokrasilerde halk seçimlerde oyunu kullanarak siyasi tercihini yapmakta ve temsilini sağlamaktadır. Sistemin meşruiyeti bu temsil ve yetki devrine dayanmaktadır. Başka bir ifade ile halkın üzerinde uygulanan siyasi güç halkın kendisinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda yurttaşların siyasal gücün kullanımına katılım kanallarının açık olması ve siyasi haklarını kullanma olanaklarına sahip olması belirleyici bir önem kazanmaktadır.

Bu bildiri yoksullaşmanın beraberinde yurttaşların siyasi karar alma mekanizmalarından dışlanmalarını ve yurttaşlık haklarının kaybını getirdiğini ve bunun doğrudan bir demokrasi sorunu olduğunu ileri sürmektedir. Yoksulluğun edilgen, pasif, kendisi ile ilgili karar alma süreçlerinin öznesi değil nesnesi olan yurttaşlık konumuna neden olduğunu ve bu bağlamda demokrasi ile yoksulluk arasında çatışma olduğunu iddia etmektedir. 

Bildirinin teorik kısmında liberal demokratik yapılanma ve yurttaşların siyasi karar alma süreçlerine katılımı üzerinde durulacaktır. İzleyen bölümde neoliberal ekonominin son otuz yılda oluşturduğu yoksulluk ve yoksullukla ilgili tartışmalar ele alınacaktır. Son bölümde yoksulluk durumunun oluşturduğu siyasi ve toplumsal dışlanma biçimleri ve bunların siyasi karar alma süreçlerinden dışlanmayla bağlantısı açığa çıkarılarak demokratik işleyiş bakımından içerdiği sorunlar tartışılacaktır.

 

 “Kanunla İhtilaf Halindeki Çocuklar ve Sivil Toplum Örgütleri: Sınırlar ve Açılımlar”

Yar. Doç. Dr. Verda İRTİŞ

2007 yılı nüfus sayımına göre Türkiye’de 24 799 424 kişi 19 yaşının altındadır. 2001 yılında yaklaşık olarak her 1040 çocuktan bir tanesi, 2005 yılında ise her 620 çocuktan bir tanesi suç isnadı ile güvenlik birimlerine getirilmiştir. Çeşitli sebeplerle istatistiklere yansımayan vakalar da dikkate alındığında bu sayıların artacağı ortadadır. Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarında Daire Sözleşmesi’nin başlangıcında belirtildiği gibi çocuk “gerek bedensel gerek zihinsel bakımdan tam ergenliğe ulaşamamış olması nedeniyle (…) özel güvence ve koruma” gereksinimindedir. Hızlı kentleşme ve küreselleşme süreçlerinden ayrı düşünülemeyecek işsizlik, istihdam, iç göç, barınma, yoksulluk gibi etmenleri de göz önünde bulundurduğumuzda kanunla ihtilaf halindeki çocukların “yüksek risk altındaki” veya “güç koşullardaki” çocuklar kavramları altında ele alınması daha uygun görünmektedir. Çocuk ceza adaletinin mutlak amacı da çocuğun fiilinden çok içinde bulunduğu ve yetiştiği birinci çevre koşullarını araştırarak toplumla yeniden bütünleşmesini sağlamak; çocuğu korumaktır. Sayıları bugün itibarıyla mütevazı olmakla beraber var olan yapıyı bir şekilde sorgulayan sivil toplum örgütleri çocuk ve suç sorunsalının neresinde durmaktadır? Devletin sivil toplum örgütleriyle diyaloğunu hem nicelik hem de nitelik açısında artırdığı saptanmış olsa da devletin farklı sivil toplum örgütlerine eşit mesafede durduğunu söylemek henüz mümkün görünmemekte; söz konusu örgütlerin yer yer devletin haksız ve yersiz müdahalelerine maruz kaldıkları gözlemlenmektedir. Çalışmalarını İstanbul ve Ankara illerinde yürütmekte olan iki sivil toplum örgütünün deneyiminden yola çıkarak, sivil toplum örgütlerinin duruşunun ve bu örgütlerin diğer kurumlarla işbirliğinin refah devletinin sunmakla yükümlü olduğu hizmetleri onun yerine sağlamak yönünde değil, devlete görevlerini hatırlatıcı nitelikte olması gerektiğini savunmak bu bildirinin başlıca amacıdır. Görüşmeler örgütlerin devlete,kendine ve parçası olduğu sivil toplum örgütlerine nasıl baktığı etrafında gerçekleştirilmiştir.

 

 Toplumsal Yaşam ve Değişime Birgi’den Bakmak

Doç. Dr. Firdevs GÜMÜŞOĞLU

 Bu çalışmada İzmir’e bağlı, Ödemiş ilçesi Birgi Beldesi’nde yapılan bir monografi çalışmasının verileri paylaşılacaktır. Türkiye’nin siyasal, toplumsal ve çevresel koşullar açısından hızla değiştiği koşullarda Birgi; antik dönemden, Bizans’tan, Aydınoğlu Beyliği’nden, Osmanlı’dan kalan eserleriyle, özgün evleriyle zengin bir tarihsel ve kültürel birikime sahiptir. 1475-1575 yılları arasında Birgi, Aydın Eyaleti’nin en büyük ikinci kenti, Batı Anadolu’nun en büyük kentidir. Birgi 18. yüzyıldan itibaren geri plana itilmiş, buna karşılık tarihi kayıtlarda küçük bir çiftlik olarak geçen Ödemiş hızla kentleşmiştir. Günümüzde Birgi, modernle geleneksel yapıların bir arada bulunduğu, tarımsal üretim yapılan, yaşlı ve sosyal güvenceden yoksun nüfusun ağırlıklı olduğu bir belde konumundadır.
 
Bu bildiride, Birgi’nin tarihsel ve kültürel belleğinin bize sunduklarıyla, dört yıl boyunca farklı zamanlarda Birgililerden edindiğimiz bilgiler tartışılacaktır.  Bu bilgilerden hareketle toplumsal değişimin ipuçları analiz edilecektir. Birgi’nin toplumsal değişimi ekonomik ve siyasal özellikleriyle bağlantılı olarak incelenmiş, inanç sistemlerinden aile kurumuna, toplumsal cinsiyete ilişkin tutumlara dek geniş bir yelpaze içinde değişimin yönü ortaya konmuştur. Monografik çalışmalar, özellikle köy, kasaba-belde, kent araştırmaları bağlamında ayrıntılı olarak bilgi toplama olanağı vermektedir. Buna karşılık bu tür çalışmalar, yoğun bir emek ve zaman gerektirdiği için son yıllarda pek tercih edilmemektedir. Birgi’de yapılan bu çalışma niceliksel ve niteliksel bir araştırma olduğu için başka çalışmalara kaynak oluşturma niteliği taşımakta, Türkiye’deki toplumsal değişimi anlamanın da ipuçlarını içermektedir.
 

“Eğitim Hakkının Sosyolojik Bir Analizi: Türkiye’de Devlet-Eğitim İlişkisinin Dönüşümü ve Eğitim Hakkı İlişkisi”

Araş. Gör. Funda KARAPEHLİVAN ŞENEL

İnsan hakları, hukuk ve siyaset felsefesi içinde oldukça gelişmiş bir çalışma alanı bulduğu halde, sosyoloji, haklar konusunda kısa süre öncesine kadar sessiz kalmıştır. Bryan Turner’a (1993) göre insan hakları çözümlemesinin sosyoloji için bir sorun oluşturmasının nedeni, sosyolojinin evrensel hakların ve yükümlülüklerin olabilirliği konusundaki şüpheciliğidir. Ancak son yirmi yıl içinde bu konudaki artan çalışmaların (Bkz. Benton, 1993; Elson, 2002; Woodiwis, 2005, Morris, 2006) da gösterdigi gibi, insan hakları sosyolojisinin yeni bir çalışma alanı olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Bu bildiride, yeni gelişmekte olan insan hakları sosyolojisine, eğitim hakkının sosyolojik bir analizi Türkiye örneği üzerinden yapılarak katkıda bulunmaya çalışılacak ve böyle bir analiz için öncelikle kapitalist toplum içindeki güç ilişkilerinin ve yapısal eşitsizliklerin çözümlenmesinin gerekli olduğu ileri sürülecektir. 

Bu amaçla, bildiride, önce 1980’lerin başında dünyada ve Türkiye’de başlayan neoliberalleşme süreciyle devletin içine girdiği dönüşüm ve neoliberal politikaların yol açtığı bu dönüşüm sonucunda devlet-eğitim ilişkilerindeki yeniden yapılanma  tartışılacaktır. Bunun için uluslararası finans örgütlerinin ve yapısal uyum programlarının Türkiye’de eğitim politikalarını nasıl etkilediğine bakıldıktan sonra, eğitimin özelleştirme politikalarıyla nasıl bir kamu hizmetinden bir metaya dönüştüğü üzerinde durulacaktır.  Bildiride, Türkiye örneğinden yararlanalarak, eğitim hakkının ulusal ve uluslararası metinlerdeki tanımıyla gerçekleşmesi arasındaki fark ve buna koşut olarak bugünkü tanımı ve anlaşılış biçimiyle eğitim hakkının sınırlılıkları ortaya konmaya çalışılacak ve sosyolojik yaklaşımın olası katkıları tartışmaya açılacaktır.

 

“Hemşirelerin Anlatılarından Değişim Yıllarına Bakmak: GATA TSK Sağlık Meslek Lisesi Örneği”

Dr. Leyla ŞİMŞEK

Sunacağım bildiri ile Marmara Üniversitesi’nin desteğiyle yürütmekte olduğum Türkiye’de hemşireliğin sosyal tarihine odaklanılan bir araştırmanın ilk izlenimlerini paylaşacağım. Araştırma 1976–1995 yılları arasında askeri hastanelere hemşire yetiştiren GATA TSK Sağlık Meslek Lisesi’nden mezun olmuş hemşirelerle yapılan derinlemesine görüşmelere dayanmaktadır. Hemşirelerin ağırlıklı olarak hangi gelir grubu ve ailelerden geldiği, neden ve nasıl bu mesleğe yönlendirildiği, geçirdiği eğitim süreci, çalışma hayatı, iş tatmini, günümüzde mesleğin koşullarının ne yönde değiştiği, bunların görüşülen kişiler tarafından nasıl yorumlandığı üzerinde duracağım. Bu okuldan mezun olmuş farklı kuşaklardan hemşirelerin anlatılarına başvurarak Türkiye’nin modernleşme tarihinde 1970’li yıllardan 2000’li yıllara uzanan bir dönemde yaşanan sosyal, kültürel ve iktisadi değişime de işaret etmeye çalışacağım.Türkiye’de, dar gelirli ailelerde çocukların kısa yoldan meslek edinerek kendi ayakları üzerinde durması, aileye olabildiğine az yük olması, hatta çabucak iş hayatına girerek aileye de maddi destek sağlaması önemli olagelmiştir. Meslek edindiren yatılı okullar, özellikle dar gelirli ailelerin ve nispeten yeni kentlilerin çocuklarının eğitim alarak iş dünyasına katılmasında önemli bir işlev görmüştür. Erkek çocukları için askeri okullar, polis okulları, kız çocukları içinse öğretmen ve hemşire yetiştiren okulların, Türkiye’nin modernleşme sürecinde önemli işlevleri yerine getirdiğini, nispeten yeni kentli ve dar gelirli ailelerin çocuklarının eğitim ve istihdamını kolaylaştırdığını söylemek mümkündür. Özellikle askeri okullar, öğrencinin her tür ihtiyacını karşılayarak ve eğitimin ardından hemen iş güvencesi sağlayarak aileleri, çocuklarının gelecekleri konusunda neredeyse tamamen rahatlatan kurumlar olmuştur. Bugün hemşireliğin üniversite düzeyinde eğitim gerektirmesi mesleğin itibarı açısından olumlu bir gelişme olsa da kamu kaynaklarıyla desteklenen meslek liselerinin hızla kapatılmasının dar gelirli ailelere mensup çocukların eğitim ve istihdamında bazı alışıldık tutumları değiştirdiği açıktır.

 

 “Hizmet Sektöründe Çalışanların Atomize Edilme Süreçlerini Tartışmaya Açmak: Bir Mücadele Örneği-IBM Türk Çalışanlarının Örgütlenme Mücadelesi”

Ayşe Berna UÇAROL, M.A.

Türkiye için 1980’li yıllar toplumsal ittifakların yıkıldığı ve yeni dengelerin toplumsal, ekonomik ve politik düzlemde yeniden kurulduğu bir sürecin başlangıcıdır. Bu süreçte hizmet sektörü yaygınlaşmaya başlamış ve  bu sektörde finans, sigorta, gayrimenkul, bilişim, medya, reklamcılık, halkla ilişkiler, turizm,  eğlence gibi bir çok şirket faaliyet alanını genişletmiştir. Bu gelişmeye parelel olarak sektörde beyaz yakalı istihdamı artmaya başlamıştır.

Serbest piyasa ekonomisinin yarattığı atmosfer Amerika başta olmak üzere Batı dünyasının iş yönetimi tekniklerine vakıf genç kadrolar ile sürdürülebileceği için üniversitelerin işletme ve iktisat fakülteleri daha bir önem kazanmış, Batı’da olduğu gibi eğitim ve öğretim gittikçe artan bir şekilde, gelişmiş kapitalist düzenin endüstriyel ve ticari kuruluşlarının gereksinimleri tarafından düzenlemeye başlanmıştır. Hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalı gençlerde aranan nitelikler; Türkiye’nin önde gelen üniverisitelerin işletme bölümlerinden mezun olmaları, MBA yapmaları, yabancı dil bilmeleri şeklinde sıralanmaya başlanmıştır. Bu bağlamda hizmet sektörü etrafındaki  çalışma yaşamı neo-liberal politikalara içkin bir şekilde  şekillenlenmeye başlamıştır.

1980’lerde İstanbul’da  sermayedarlar hizmet sektörünün  çalışma mekânları olarak plaza kompleksleri inşa ettirmeye başlamışlar ve bu mekânsal örgütlenmeler çalışma yaşamında beyaz yakalılar için yeni bir çalışma kültürü ile tanışmalarına neden olmuştur. 1990’lı yıllarda şirketlerin personel departmanları yerine, insan kaynakları departmanları açılmaya başlanmış ve çalışanların haklarını öğrendikleri tek kaynak,  insan kaynaklarının verdiği bilgiler ile sınırlı  hale gelmeye başlamıştır. Aynı yıllarda insan kaynakları gazeteleri çıkmaya başlamış, bu gazateler şirketlerin verdiği iş ilanları dışında, başarılı kariyer öykülerine, şık ofislere de sayfalarında yer vererek, çalışma hayatı hakkında imgeler oluşturmuşlardır. Şirketler, üniversitelere giderek gençler için “Kariyer Günleri” düzenlemeye başlamışlardır. Bu gelişmeler kapsamında sermayedarlar sistemli bir biçimde daha çalışma hayatına başlamadan önce insanların bilinçlerini kuşatmaya çalışmaktadırlar.

 Buçerçevede modern organizasyonların kurumları, yayın organları, çalışma mekânlarının örgütlenme tarzlarındaki rasyonelleşme, hizmet sektöründe çalışanları atomize etmeye çalışmaktadır. Beyaz yakalıların örgütlenmeye ve bu sistemle mücadele etmeye neden mesafeli oldukları çalışma hayatı ve pratikleri kapsamında eleştirel bir persfektiften tartışılmaya çalışılacaktır. Hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalıları sadece sermaye stratejilerinin sonuçlarına tabi kılınmış edilgen varlıklar olarak görmenin ötesine geçmek ve  sömürüldükleri alanda aynı zamanda nasıl mücadele edilebileceğini gösterdikleri için de IBM Türk’ün, bilişim sektörü için bir ilk olan sendikalaşma süreci ve “Plaza Eylemleri” alan çalışmasının gözlemleri  aktarılacaktır.

 

 “Çalışma Hayatı İlişkilerinde Güven”

 Yusuf ÖZÇİÇEK

Abstract önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır.

 

‘Seri İlanlardan İnternet Sayfalarına İş İlanlarında Değişimin İzlerini Aramak’’

H. Murat BABADALI, M.A.

Değişim, yaşantımızın en karakteristik özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Çoğu zaman (kavramsal olarak) kabullenmek istemesek de değişen dünyanın değişen bireyleri olarak yaşantımızı sürdürmeye devam ederiz. Değişimin etkileri her dönem farklı derecelerde hissedilmekle beraber 1980''li yıllardaki değişim ve beraberinde yaşananlar günümüz şartlarının şekillenmesinde daha fazla etkili olmuştur. 1980''lerde dünyada ve ülkemizde yaşanan siyasal ve sosyal değişimin etkileri iş yaşamında da açık bir şekilde kendisini göstermektedir.  Bu çalışmanın amacı iş hayatının olmazsa olmaz tarafları, işverenleri ve iş arayanları bir araya getiren en önemli unsur olan, iş ilanları üzerinden yaşanan değişimi aktarabilmektedir. Kamu ve özel sektör temsilcilerinin yayınlamış oldukları ilanlar toplumsal bağlamda yaşanılan değişmeyi yansıtan ipuçlarını taşımaktadır. Yıllara bağlı olarak adaylarda aranan nitelikler, insan kaynakları kavramı etrafında şekillenen istihdam politikaları, internetin hayatımıza girmesi ile kabuk değiştiren iş arama süreçleri değinilecek konu başlıkları arasındadır.

 

“Konut ve Eşya Kullanımında Somutlaşan Yaşam Tarzı ve Kimlik”

Prof. Dr. Gönül İÇLİ, Arş. Gör. Zuhal ÇİÇEK

Günümüz sosyoloji teorileri, tüketim ve yaşam tarzı kavramlarına, bireysel kimliğin biçimlenmesinde temel bir rol oynaması dolayısıyla özel bir önem atfetmişlerdir. Tüketiciler açısından kimlik, parçalı, değişken ve akışkan yaşam tarzları içerisinde sürekli oluşum halinde olan bir süreci ifade etmektedir. Bireyler, kimliklerini tüketim kalıplarıyla ortaya koymaktadırlar. Bu süreç, tahmin edilemez, bireysel ve oldukça karmaşıktır. Bu tarz bir yaklaşım, kimlik olgusunu daha da sorunsallaştırmaktadır. Çünkü, bireylerin, kimliklerini inşa etmek ve sergilemek için tüketimi bir araç olarak bilinçli bir şekilde kullanıp kullanmadıkları kesin değildir. Ekonomik sınırlamalar, sosyal düzenlemeler, anlaşmalar, normlar, sosyal varlıklar olan bireylerin yada tüketicilerin neleri yapıp neleri yapamayacakları noktasında önemli sınırlayıcı, yönlendirici etmenler olmaktadır. Başka bir ifadeyle ekonomik yapıya ait düzenlemeler, bireylerin özgürlüklerini kısıtlamakta, dolayısıyla bilinçli bir şekilde tüketim etkinliği gerçekleştiren bireylerden yada tüketicilerden ziyade belli ekonomik yasaların ve düzenlemelerin yönlendirdiği bireyler ve tüketici grupları ortaya çıkmaktadır. Bu çalışmada Denizli özelinde üst gelir grubunda yer alanların konut iç ve dış mekanına ilişkin gerçekleştirdikleri tüketim etkinlikleri ile bu grupta hakim olan yaşam tarzı algısı arasında bir paralellik kurulmuş, kimlik formasyonunda tüketimin önemi emprik olarak analiz edilmiştir. Bu çalışmada iki farklı gelir grubu alınmıştır. Bu gelir grupları ile konut ve eşya kullanımı şeklinde somutlaşan tüketim etkinliğinin ne tarz bir yaşam tarzı açılımına karşılık geldiği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Gelir seviyesi, farklı tüketici gruplar için önemli bir kriterdir. Bu kriter,  tüketici grupların rasyonel ve gösterişsiz tüketim ile gösterişli, hedonist ve materyalist bir tüketime yönelip yönelmedikleri noktasında belirleyici olmaktadır.  Sosyo-ekonomik ve demografik faktörler, özellikle, cinsiyet, yaş, sınıfsal konum ve gelir, tüketim ve yaşam tarzı üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. Araştırmamızın sonuçlarına göre, örneklem grubumuz, gelirleriyle ve diğer sosyo-ekonomik değişkenlerle ilişkili olarak tipik olmayan tüketim etkinliğine yönelmektedirler.

 

“ Afyon, Trabzon, Kıbrıs, İstanbul’dan Kadın Portreleriyle Kültürel Kimliğin Değişim Sürecinin Kadın Kimliği ve Müziğine Yansıması”

Dr. Özlem DOĞUŞ VARLI

Çalışmanın başlığında “kültürel kimlik” kavramının yer almasının sebebi, “Kültürel kimlik” kavramının “kadın müziği” tanımlaması ve kadın kimliği özellikleriyle örtüşüyor olmasından dolayıdır. Çalışma içinde çeşitli tanımlarına yer verilen kültür ve kimlik kavramları, işleyiş ve oluşumları bakımından iç içe olmalarından dolayı önemli bir bölümü oluşturmaktadırlar. Bu kavramlar, “kültürel kimlik” hem toplumsal yapının kültürel özelliklerini, hem de bireysel ve kolektif kimlik özelliklerini içermesinden dolayı çalışmayla örtüşmektedirler.

Çalışma kadın çalışması, kimlik çalışması ve alan çalışması olma özelliklerini barındırmaktadır. Kadın çalışması olarak nitelendirilmesinin sebebi, kadın yaşantılarının “kadın müziği” üzerinden açıklanmaya çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Kadınların gizli kalmış, çok fazla yazılıp, çizilmemiş, kendi dünyalarını, kadınlığı, kadın olarak yaşamanın şartlarını kadın anlatımları ve yaşamlarına dair ifadelerin yer aldığı “kadın müziği” örnekleri ile incelenmiştir. Tüm bu incelemelerde, geçmişle bugün arasındaki farklılaşma, değişim ve oluşum,   “kültürel kimlikteki” değişim ve oluşumun toplumsal yapıya etkisinin kadın müziği ve kadın kimliği üzerindeki yansıması ile birlikte ele alınmaya çalışılmıştır. Kimlik, kültür, kültürel kimlik kavramlarının yanı sıra “kadın müziği” tanımlaması çalışma için önemli bir tanımlamadır. “Kadın müziği” ile anlatılmak istenen kadınların üretimi olan veya kadın ağzında şekillenen, geleneksel yaşamdan günümüze uzanan, kadına ait dünyadan çeşitli imgeler içeren müzikal örneklerin oluşturduğu bir müzik kastedilmektedir.

Söz konusu müziklerin izlerini sürmek amacıyla alan araştırması yapılacak bölgeler, Afyon, Trabzon, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve İstanbul olarak belirlenmiştir. Afyon’da yapılan çalışmalar 1997, 2001 ve 2006 yıllarında elde edilen veriler ışığında yapılmıştır. Ve bu bölgelerden elde edilen müzik örnekleri “ağlama”, “kına ilahisi”, “kına havası”, “gelin kaidesi”, “gelin övmesi”, “düz oyun ezgisi”, “atma türkü”, “horon havası” isimleriyle tespit edilmiş ve analizleri yapılmıştır. Kayıta geçirilen bu müzikal örnekler vokal tekniği, içerikleri ve işlevleri bakımından “kadın müziği”ne ait kendine has özellikler barındırmaktadırlar. Trabzon Düzköy ve köylerinde ağlama, gelin kaidesi, horon havası, atma türkü örnekleri, Afyon Sinanpaşa Balmahmut köyü’nde gelin övme, kına havası, düz oyun ezgileri, K.K.T.C. Girne ve Lapta’nın Bahçeli, Sadrazamköy’ünden ağlama, kına ilahisi, atma türkü örneklerine rastlanmıştır. İstanbul’da ise Trabzon ve Afyon’dan göç etmiş kadınlardan ağlama, kına havası, düz oyun örnekleri tespit edilmiştir. Yapılan incelemelerde görülmüştür ki, değişim ve oluşumun yansımasının kadınlarla ilgili unsurlara etkisi toplumun geneline göre değişiklik göstermektedir. Bu farklılığın günlük yaşantıya etkisinin yanı sıra müzikal betimlemelere ne şekilde yansıdığının tespiti çalışma için oldukça önemlidir. Dolayısıyla bu farklılığın incelenmesi kadın araştırma yöntemlerinin doğru bir biçimde ortaya konmasının gerekliliğini ve kadın müziğine ait ürünlerin ortaya çıktığı kadınlara ait ortamlarda özellikle kadın araştırmacıların olması gerekliliğini ortaya koymaktadır. Ayrıca kadınların kimliğine, müzikal üretimlerine ait çalışmaların artması ve değerli görülmesiyle toplumsal yapılarla ilgili analizler daha doğru olabilecektir. Kadın unsurunun ayrıca ele alınmasının gerekliliği, gizli kalmış, gizli bırakılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Kadın araştırmacıların ve kadın çalışmalarının artması kadınların müzikal üretimlerine yönelik gizli kalan unsurların daha fazla bilinmesine yol açması demektir ki bu durum müzikoloji, etnomüzikoloji, halkbilimi disiplinleri için önemli olmaktadır.

 

 “Yatıkevler’de Kahvehaneler: Erkek Öznelliği Sağaltım Merkezleri”

Yar. Doç. Dr. Çağdaş DEMREN

Antropolojik açıdan bakıldığında kahvehaneleri erkeklerin yaşamlarındaki diğer mekânlardan ayıran en önemli özellik, erkekler arasında var olan her türlü hiyerarşiyi asgari düzeye çekmesi veya nötr bir hâle getirmesidir. Kahvehaneye giden erkekler, orada bulundukları sürece arkadaşça ve candan ilişkiler kurarlar. Bu da erkekler arasında belli bir eşitliği gerektirir. Bu eşitlik samimiyeti, çatışmayı, şakalaşmayı, karşılıklılığı ve rekabeti de içerir. Bu durum antropologlarca, bu konu üzerine yapmış oldukları çalışmalarda da vurgulanmıştır.

Alan araştırmasını yaptığım Ankara Yatıkevler Mahallesi’ne de baktığımızda buradaki kahvehanelerinde benzer bir örüntüyü ve sosyal rolü erkekler açısından taşıdıklarını görmüştüm. Burada ikamet eden erkeklerin kendi hayatlarında başlarına gelen sıkıntılar, bir yere ait olamama duygusu, zamanla otoritelerinin zedelenmesi, işlerinin olmaması gibi etkenler onların erkeklik algılamaları ve duygulanımlarında psikolojik iç sıkıntılara yol açıyordu. Kahvehaneleri bu bağlamda değerlendirdiğimizde erkeklerin kendileri için oluşturdukları bir anlamlar ağı mekanı olarak görebiliriz. Diğer bir deyişle, Yatıkevlerli bir erkek için “kahveye gitmek” sadece herhangi bir mekana gitmek değildir. Kahvehaneye giden bir kişi orada kendisini sosyal bir ağ içerisinde rahat hissettiği için oranın müdavimi olur. Genelde Yatıkevler’de bir kahvehaneye giden kişi hep aynı kahvehaneye gider. Yani her ne kadar kahvehaneler ortak bir örüntü sergilerseler de, erkeklerin bu kahvehanelerde buldukları veya oluşturdukları gruplaşmalar ya da ortaklıklar onlar için farklı anlamlar arz edebilir. Tek bir “kahvehane” imgesi onun içerisindeki çeşitlilikleri ve farklılıkları görmemizi engel olmamalıdır. Özellikle ortak geçmiş veya deneyimler, hemşehri olmak, emekli olmak, işsiz olmak v.b. unsurlar erkeklerin bu grupları oluşturdukları ortaklıklardır. Temel önermemiz erkeklerin kahvehaneye giderek “erkeklikleri”ne dair ortak bir anlam ağı oluşturdukları ve bu anlam ağı dolayımıyla yaşamlarında tecrübe ettikleri öznel krizlerini en aza indirmeye çabalamalarıdır.

 

 “80’lerden Günümüze ‘Poşa’ Kimliğindeki Siyasal Değişim”

Öğr. Gör. Tülin BOZKURT

Poşalar, ağırlıklı olarak Doğu ve Kuzey Doğu Anadolu Bölgesi’nde yaşarlar ve geçimlerini elek-kalbur yapıp sattıkları için “Elekçi Çingeneler” olarak da adlandırılırlar. Çingenelerle ile ilgili yapılan çalışmalarda Çingenelerin bir alt grubu olarak nitelendirilen Poşalar, “Çingene” tanımının içerdiği olumsuz muhteviyata karşı, kendilerini ayırt etme stratejisi izlemektedirler. Bu strateji, Çingenelere yöneltilen “ötekileştirici” vasıflardan soyutlanma ve hâkim olan kültür/siyasa/ kimlik’e eklemlenme biçimindedir. Grup, bunu gerçekleştirmek için Poşa kimliğini konjoktüral olarak yeniden tanımlama ve dinamize etme uğraşısı içindedir.

Bu çalışma, Poşa kimliğinin Türkiye’nin 1980 sonrasındaki siyasal, ekonomik ve kültürel değişime paralel olarak nasıl yeniden inşa edildiği üzerine temellendirilmiştir. Çalışmada,1980 öncesinin sisteme muhalif, Alevi Poşa kimliğinden 1980 sonrasının sistemle bütünleşmiş Sunni Poşa kimliğine doğru nasıl kaydığı tartışılacaktır.

 

“Aile Bağları: Evlerde Büyütülen Kızlar”

Prof. Dr. Ayşe DURAKBAŞA, Didem COŞKUN

Bu bildiride Türkiye’de “evlatlık kurumu” ile ilgili Ferhunde Özbay’ın öncü çalışmalarının izinde, halen beş ayrı kentte yürütmekte olduğumuz (Muğla, Aydın, Denizli, Antalya ve Kahramanmaraş) "Türkiye''de Ev kadınlığının Sosyal Tarihi''ne Bir Bakış: Ev Hanımları, Kadın Akrabalar, Hizmetçiler, Evlatlıklar" başlıklı TUBİTAK Araştırmasının ilk bulgularını sunmayı hedefliyoruz. Araştırma verileri, ev hanımları, evlatlıklarla büyüyen kızlar ve evlatlıkların kendileriyle yapılan görüşmelere dayanmaktadır.

Ev kadınlığı, Türkiye''de ücretli işte çalışsın ya da çalışmasın tüm kadınların hayatının ve genelde ev ve aile yaşamının önemli bir boyutunu oluşturur. Geleneksel hane yapısında, kentli ve kırsal üst sınıf hanelerde “ev işi”, genellikle ev’in sınırlarını aşan nitelikte kapsamlı ve çeşitli faaliyetleri içerir ve evin hanımı bu faaliyetlerin, ev içi üretim ve tüketimin yöneticisi konumunda olup bu işleri “elinin altındaki” yardımcılarıyla yürütür. Daha önce eşraf aileleri üzerine yürüttüğümüz araştırmada, “aile içinde büyütme kız çocuklarının emeği”nin, bu ailelerde yaygın bir emek formu olarak kullanıldığını ve sadakat ilişkisinin bozulmadığı durumlarda da “himaye karşılığında hizmet” anlayışı içinde ilişkilerin kuşaklar boyunca sürebildiğini görmüştük. Bildiride, evlatlıklar ve onların kurduğu ailelerle sürdürülen “kurmaca akrabalık” bağının niteliklerini,  içerdiği gerilim ve çatışmalarla birlikte irdelemek istiyoruz.

Bildiride geliştirmek istediğimiz başka bir konu ise ev kadınlığı pratiklerinde modernleşme sürecindeki dönüşümler ve özellikle üst-orta sınıf ailelerde, sosyal sınıf statü göstergelerinin evin hanımının bu alana yaptığı yatırımlar ve eve ilişkin çeşitli faaliyetlerle belirlenmesidir. Sözlü tarih görüşmelerinden öğrendiğimize göre, Cumhuriyetin ilk yıllarında özellikle varlıklı aileler çevre köylerde yaşayan yoksul ailelerin çocuklarını eve evlatlık olarak, çocuk bakımı, çeşitli ev hizmetlerinde yetiştirmek ve onların emeğinden yararlanmak için “almışlardır”. Evlatlık kurumu ile ilgili, bu kurumun Osmanlı hanelerinde köle kullanımına kadar varan sosyal tarihsel kökenlerini de açığa çıkaran bir araştırma, aynı zamanda evin ve ev işinin farklı kadınlar için nasıl farklı anlamlar ve deneyimler yarattığını, bu kadınların kendi öznelliklerini inşa etme ve anlamlandırma süreçlerine nasıl katkıda bulunduğunu anlamamızda çok zengin veri ve yorumlama imkanları sağlamıştır. Bu tür bir çalışma, hegemonik sosyoloji ya da tarih literatüründe “doğallaştırılmış” ya da “özselleştirilmiş” olan kadınlara ait alanlara özgü etkinliklerin, “ev içi alan”ın tarihselleştirilmesini, özel alandaki birçok ilişkinin sorgulanmasını sağlayabilir.

 

 “Türkiye’de Muhafazakarlığın Toplumsal Kaynakları”

Yar. Doç. Dr. Aksu BORA

Son yıllarda, sosyal bilimlerin Türkiye toplumunun değişme eğilimlerine ilişkin temel yaklaşım ve paradigmasında bir dönüşüm gözlenebiliyor: 1960 ve 1970’lerin modernite/kalkınma anlatısının 1980’lerde kırılmaya uğradığı, günümüzde ise değişimin esasen politik terimlerle anlaşılmaya çalışıldığı söylenebilir. “Mahalle baskısı” gibi kültürü ve “zihniyeti” analize katmayı öngören bir kavram bile, böyle bir çerçevede asıl olarak politik içeriğiyle algılanıyor.

Bu paradigma değişiminin kendisi sorunsallaştırmayı davet etmekle birlikte ben bu tebliğde böyle bir sorunsallaştırmaya girmek yerine, antropolojinin bütünlükçü yaklaşımını kullanarak Türkiye toplumunu oluşturan insanların kendilerine ve dünyaya ilişkin algı ve zihniyet yapılarına ilişkin bazı şeyler söylemek istiyorum. 2004-2005 yıllarında İlknur Üstün ile birlikte yürüttüğümüz ve 2005 yılında yayınlanan “Sıcak Aile Ortamı: Demokratikleşme Sürecinde Kadın ve Erkekler” isimli araştırma bulgularının ışığında bir süredir yaygınlıkla (ve yüzeysel biçimde) tartışılan “mahalle baskısı”, “ötekileştirme” gibi kavramların güncel politik gereksinimlerin ötesinde, toplumu anlamayı hedefleyen bir perspektifle nasıl ele alınabileceğini tartışacağım.

Bu tartışmada, öznellik, öznelik kapasitesi, şiddet/baskı, ayrımcılık, toplumsal cinsiyet kavramlarını kullanacağım ve esas olarak aile ilişkilerine ve gündelik yaşama odaklanacağım.

 

“Bireyler Arası İletişimin Değişen Biçimleri: Psikolojik Danışma Merkezleri”

Yar. Doç. Dr. Aylin AKPINAR

1980’lerden itibaren sayıları artmaya başlayan ve günümüzde ivme kazanarak çoğalan Psikolojik Danışmanlık Merkezleri toplumsal değişmemizin çeşitli boyutlarına işaret etmektedir.

Modernleşen toplumumuzda bireyler kendilerini geçici ve çeşitlenen ilişkiler içinde bulmaktadırlar. İş koşulları değişmekte, eğitim sistemi sürekli yenilenmekte ve aile kurum olarak önemini koruyor olsa da, bireyler gelecekleri hakkında endişeye kapılabilmektedirler.

Beck ve Giddens’ın Batı toplumları bağlamında kullandığı “risk toplumu” deyimi, toplumumuzda da kentlerdeki yaşantıları tanımlayabilen bir kavram haline gelmiştir. Risk toplumu, insanların geleceklerini riske atmamak için yaşamlarında hangi kararları almaları gerektiği bilgisine ve ön görüsüne sahip olmalarını gerektirmektedir. Bireyler kim olduklarını, nereden gelip, nereye gittiklerini, doğru evlilikler yapıp yapamadıklarını, doğru meslekler seçip seçemediklerini sorgular hale gelmişlerdir. Yolunda gitmeyen ilişkileri sonlandırmak ya da yeniden başlatmak, çocuk sahibi olmak ya da olmamak, çocuklarla doğru iletişimler kurabilmek gibi varoluşumuza anlam katan durumların hepsi adeta risk içermektedir ve cevap gerektirmektedir.

Genel anlamda psikolojik danışmanlık olarak adlandırılabilecek olan hizmetin çeşitleri son yıllarda artmıştır. Çift psikoterapisi, birinci ve ikinci evlilik öncesi danışmanlık, boşanma terapisi, gençlere, çocuklara, ergenlere yönelik danışmanlık, evlilik ve aile danışmanlığı, sınav kaygısı ve motivasyon, üniversiteye hazırlanma danışmanlığı, panik atak, beden imajı ve yeme bozuklukları, stresi dengeleme ve sağlıklı iletişim gibi çeşitli konularda danışmanlıklar verilmektedir. Hizmetin verildiği mecralar da çeşitlenmiş; telefon, e-posta ve internette açılan forumlarda kod adı kullanmak suretiyle tartışarak sorunlara cevap/çözüm aramak danışmanlık biçimleri haline gelmiştir. Uzmanların internet üzerinden kişilerin sordukları sorulara cevap vermesi bizzat uzmanın kliniğinde seansa katılmanın yerini alabilmeye başlamıştır.

Ayrıca son yıllarda belediyelerin “sosyal belediyecilik” adı altında, özellikle dezavantajlı gruplar olarak görülebilen kadınlara ve gençlere yönelik ücretsiz psikolojik danışmanlık hizmeti götürerek kendi hanelerine puan katmaya çalıştıkları da görülmektedir.

Bildiride psikolojik danışmanlık hizmetinin çeşitlenmesinin toplumumuzdaki dinamikleri tartışılacaktır. Ayrıca, internet ortamında bir uzman tarafından yönetilen ve farklı bireylerin kod adları ile tartıştığı bir forum bu dinamikleri  açıklayıcı örnek olarak incelenecektir.
 

“Türkiye’de Kentsel Komşuluk İlişkileri Yok Oldu mu? Adana’daki Komşuluk İlişkilerinin Sosyal Ağ Yaklaşımı İle Değerlendirilmesi”

Dr. Hélène Bayard ÇAN

Komşuluk ilişkileri, Türkiye’de önemli sosyal ilişki şekillerinden bir tanesidir. Geçmişe oranla komşuluk ilişkilerinin giderek zayıfladığına ilişkin görüşler günümüzde sıkça yazılı veya sözlü olarak dile getirilmektedir. Bu çalışmada, sosyal ağlar analiz yaklaşımı kullanılarak Adana’nın bir mahallesindeki günlük komşuluk ilişkileri incelenmiştir. Söz konusu inceleme dört apartmanda oturan toplam 101 kişilik bir tüm sosyal ağ yapısı altında incelenmiştir. Çalışmada ilk olarak apartman sakinleri arasındaki ne tür ilişkiler ve komşuluk ilişkilerinin nasıl düzenlendiği ele alınmıştır. Granovetter’in zayıf ve güçlü bağlar arasında saptadığı ayrımdan yola çıkarak, bir komşuluk ilişkileri tipolojisi hazırlanmıştır. Daha sonra bu tipolojiye dayanılarak komşuluk bağlantılarına değerler verilmiş ve değerlendirmeli (valued) bir ağ analizi gerçekleştirilmiştir. Komşuluk ağ yapısı incelenmiş ve ağın kohezyonunu oluşturan faktörler belirlenmiştir. Apartmanda kalma süresi, cinsiyet veya çalışma durumu gibi farklı kişisel değişkenlerin komşuluk yapma eğilimini etkilediği belirlenmiştir. Genel olarak, komşuluk ağının merkezinde ev hanımları yer almaktadır. Hoş geldin ziyaretleri, doğum, evlilik veya cenaze gibi özel günler ve ev hanımları tarafından düzenli olarak yapılan toplantı, komşuluk ağının yayılmasını ve ağın kohezyonunu sağlayıp, başka kentlerde olduğu gibi Adana’daki komşuluk ilişkilerinin de, kentsel değişimlere rağmen hala sürdürülmekte olduğunun göstergesidir. Bu çalışma da, değişmekte olan kentsel hayat tarzları ile beraber komşuluk ilişkilerinin bugünkü durumunun ileride gerçekleştirilecek benzer çalışmalar için de önemli bir karşılaştırma referansı olabileceği düşünülmektedir.

 

‘‘Kadının ‘Kadın Kategorisi’ İçinde Sembolleşmesinin Üst Anlatılarla İlişkisi: Kırım Tatarları Örneği’’

Gözde MİRZA, M.A.

Kadının dahil olabileceği başka kategorilerin ihmal edilip, tek bir toplumsal cinsiyet kategorisine indirgenerek ele alınması ve belli simgeler üzerinden algılanması, üst anlatıların sosyal olguları kavrayış biçiminin sonuçlarından biridir. Böyle bir kavrayış sonucunda, kadın bütünleyici ve bu yolla açıklayıcı yaklaşımların tasarrufunda giderek “şeyleşecek”, farklılığına ilişkin renklerini ve belirlenmiş simgelerle örtüşmeyen kadın olma hallerini gerçekleştirme olanağından yoksun hale gelecektir. Bu bildiride kullanılan “üst anlatı” ifadesi, postmodern paradigmadan ödünç alınmış ve milliyetçiliğe toplumsal düzeni, yaşam tarzlarını kapsayıcı yönüyle bu açıdan yaklaşılmıştır. Kadın milliyetçiliğin perspektifinden bakıldığında, farklılıklarıyla ya da herhangi bir bağımsız kategoriyle örtüşmesiyle değil, tanımlandığı rolleri üzerinden var olabilmektedir. Kısa bir deyişle, çizilen sınırların dışında kalan kadın olma halleri düşünülmemektedir.


Bu bildiride sorunsal, Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği’ne üye olan Kırım Tatarı kadınlar üzerine yapılmış olan araştırmadan hareketle ele alınacaktır. Söz konusu araştırma, kadının kamusal alana çıkabilmesi ve milliyetçi proje arasındaki anlamlı ilişkiyi göstermesi bakımından ışık tutucu olmuştur. Kadınların kamusal alana çıkma pratiklerinin artması sürecinde dernek ortamı, ortamın ilk bakışa yönelik sergilediği tablo ile içeriğin kendisi arasındaki farklılık açısından, bu bildirinin hareket noktası olarak öne çıkmaktadır.

 

 ‘‘Yeniden Doğan Aileler: Çocukların Eşcinsel Olduğunu Öğrenen Ebeveynlerin Yaşadıkları Süreçler ve Bunların Aile Yapısına, Bireylerin Yaşamına ve İlişkilerine Getirdiği Değişimler’’

Metehan ÖZKAN, M.A.

Komşuluk ilişkileri, Eşcinselliğe dair kültürümüzdeki değer yargıları ve yaygın homofobik ve heteroseksist algılamalar bu durumun aile içinde ortaya çıkması sürecinde de devreye girerek özellikle ebeveynlerin çocuklarına yaklaşımını derinden etkilemektedir.


Bu sunum, Lambdaistanbul Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Travesti ve Transseksüel Dayanışma Derneği altında 28 Ocak 2008’den beri bir araya gelerek kendi dayanışma ağlarını kuran ebeveynlerle çeşitli görüşme teknikleri kullanılarak yapılan derinlemesine mülakatlardan ve birlikte yapılan çalışmalardaki yakın gözlemlerden yola çıkarak hazırlanmıştır.


Bu grup içerisinde çocuklarının eşcinsel olduğunu öğrendiğinde oldukça zorlanan aileler olduğu gibi bu durumu bir an önce kabullenme sürecine girip desteklerini çocuklarından esirgemeyen örnekler de vardır. Doğru bilgilendirme ve benzer ailelerin varlığı sayesinde özellikle anne ve babalar da çocuklarının kendi eşcinselliğini kabul edip çevrelerine açılmasına benzer bir açılma süreci yaşamaktadır. Aile yapısı ve aile içi ilişkiler de geleneksel bağlamların dışında yeni anlamlar kazanmaktadır.

 

‘‘Yoksulluğun Çeşitlendirilmesi/Cinsiyetlendirilmesi: İlişkiler, Dayanışma ve Stratejiler’’

Dr. Erdoğan GEDİK

Yoksulluk bugün bütün dünya üzerinde en büyük problem olarak algılanmakta ve bu konu ekonomi, tarih, antropoloji, sosyoloji, ekoloji, psikoloji ve beşeri coğrafya gibi bir çok sosyal bilim ve kültür bilimleri içinde ele alınmaktadır. Ancak, genel olarak ele alınan “yoksulluk” kavramı ekonomik yoksulluk çerçevesinden hareketle kullanılmaktadır. Esasen dünyamız hakkında üretilen neo-liberal politikaların en büyük uygulayıcısı olan Dünya Bankası ve onun bir kuruluşu olan IMF’in de aralarında bulunduğu bir takım kurumlar ekonomik yoksulluğun artmasına katkıda bulunmakta olsalar da, yoksulluk araştırmalarında kullanılan verilerin büyük çoğunluğu yine Dünya Bankası’ndan gelmektedir. Bu verilere göre, dünya nüfusunun yaklaşık beşte biri “mutlak yoksul” olarak tanımlanmaktadır. Bu nüfusun dörtte üçü de kırsal kesimde yaşamaktadır. Öte yanda DPT’nin 2001 verilerine göre ise Türkiye’de 1 doların altında yaşayanlar, toplam nüfusun %15’ni oluşturmaktadır. Bu kadar vahim sonuçlar gösteren yoksulluğun, ağırlıklı olarak “ekonomik” yoksulluk bazında ele alınıp araştırılması ise, sonuçlardan daha vahim gözükmektedir.

Ekonomik yoksulluk, güncel sosyoloji kuramları içinden bakıldığında ise, yoksulluk olgusunun sadece bir parçasını oluşturmakta, fakat aynı zamanda, yoksulluğun açılımlarını da beraberinde getirmektedir. Yoksulluk aynı zamanda kırsaldır; yoksulluk cinsiyetlidir. Türkçe “cinsiyetsiz” bir dil olmasıyla, “kadın” kategorisini yok sayarak, bir anlamda dilde kadını görünmez kılmakta, bir çeşit yoksulluk yaratmaktadır. Oysa yoksulluk en çok kadınları ezer. Ekonomik yoksulluk, kültürel ve sosyal “yoksuz”luğu da beraberinde getirmektedir. “Yaşlılık” ile birlikte bu yoksuzluklar artar, katmerlenir.

Bu bağlamda, sunacağım bildiride yoksulluğu anlamak ve anlamlandırmak için yoksulluğun “kesişim” noktaları ele alınacak ve 2004-2007 tarihleri arasında Varto’da yaşayanlar ile, Istanbul ve Almanya’nın farklı kentlerine göç etmiş olan Vartolular’ın yoksulluk stratejileri, yoksullukla mücadeleleri ve dayanışma ilişkileri örneklerle sunulacaktır. Bu örneklerin temelinde yaptığım mülakatlar ve katılımcı-gözlemci olarak elde ettiğim veriler bulunmaktadır.

 

‘‘Kesişimsellik: Türkiye’de Antropoloji ve Feminizm Arasında 2000li Yıllarda Toplumsal Cinsiyet Farklılığının Yönetimi’’

Doç. Dr. Hande BİRKALAN GEDİK

Toplumsal cinsiyet kategorisinin “kadın” kategorisi yerine kullanılmaya başlanmasından sonra da, feminizmin “homojenite” vurgusu içinde Türkiye’deki kadın olgusunu incelemesinde 1990’larda duyulmaya başlayan yeni “çoğulculuk” yaklaşımları, içlerinde okunabilecek farklı kesişimsellikler (intersectionality) barındırmaktadır ve esasen feminist çalışmalar için yeni fırsatlar ve sınavlar olarak karşımızda durmaktadır. Kesişimsellik teorisi, yani kabaca sosyal ilişkilerin ve sosyal kimliklerin çoğul boyutları arasındaki ilişki, 1989 yılında Kimberlé Crenshaw tarafından türetilmiş bir kavramdır ve özellikle siyah Amerikan kadın hareketinin önemli bir bileşeni olarak eleştirel perspektifleri barındırmaktadır. Crenshaw’ın ırk ve toplumsal cinsiyet bağlamında “kavşakları” ele alışından 20 yıl sonra, bu kavram acaba Türkiye’deki feminist çalışmalar için gelecek vaadeden bir kavram olarak kullanılabilir mi? Türkiye’deki bazı feminist tarihçilere benzer olarak yapıbozumcu bir okuma ile, ama onlardan farklı olarak geçmişe değil de bulunduğumuz duruma ve geleceğe yönelik değerlendirmeler yapmak istiyorum. Kesişimsellik kavramının beni bir antropolog olarak etkileyen tarafı ise, toplumsal cinsiyet, etnisite, sınıf ve cinsiyet kimliği ve cinsiyet tercihleri bağlamında, Henrietta Moore’un büyük ustalıkla altını çizdiği “farklılık” kavramının Türkiye’de feminist çalışmalar ve antropoloji kesişiminde ele alınma, ya da bunun eksikliğinin görüldüğü biçimleridir. Burada araştıracağım da iki konu da 1990’ların başında Türk femizminden ayrılan Kürt feminizmi ve henüz çok fazla tartışma yapamadığımız queer teori açılımları içinde toplumsal cinsiyet olgusunun sorgulanmasıdır.
 

“Gerçekliğin Sosyal İnşası”

Prof. Dr. Belma AKŞİT

Bu bildiride, Berger ve Luckmann Modeli sunulacak ve tartışılmaktadır.Berger ve Luckmann, “gerçeklik”in, irademizden bağımsız bir varlığa sahip olarak tanıdığımız (bizden uzakta olmalarını istemeyeceğimiz) fenomenlere ait bir nitelik olarak; “bilgi”nin ise, bu fenomenlerin gerçek olduklarının ve spesifik özellikler taşıdıklarının kesinliği olarak tanımlanabileceklerini ve bu yaklaşımın amaçları açısından yeterli olacağını iddia etmektedirler.

Berger ve Luckmann, gerçekliğin sosyal inşasını temel olarak dışsallaştırma, nesnelleşme ve içselleştirme sosyal diyalektiği içinde kavramaktadır. Bireylerin, sosyal etkileşimle taşıdıkları sübjektif anlamları ve kendilerini dışsallaştırmalarıyla başlayan inşa süreci, faaliyetlerin rutinleşmesi ve tipleşmesini müteakip objektif bir karakter kazanmakta ve bir sonraki kuşak tarafından sosyalizasyon aracılığıyla içselleştirilmekte ve tam anlamıyla bir sosyal dünya oluşmaktadır.
Bu model, bir toplumun üyelerince içinde yaşanılan gerçekliğin inşa edilmesi sürecini adım adım açıklamaktadır. Kısacası, Berger ve Luckmann’a göre, insanların bazı alışkanlıkları kamusal olur ve paylaşılan bu alışkanlıklar sonunda çok yaygın ve kuvvetli olarak kabul görürler ve verili olarak algılanırlar; sanki hep gerçekmiş gibi nesilden nesle aktarılırlar. Alışkanlık, kurumlar ve rolleri, meşrulaştırma, şeyleştirme gibi kavramlar değerlendirilmektedir.
 

“Türkiye’de ‘Sosyal Bilim’ Pratiğinin Kuramsal İnşasına Yönelik Bazı Eleştirel Değerlendirmeler”

 Prof.Dr. Mehmet ECEVİT
 Abstract önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır.
 
 
“Araştırmacılık Hallerimiz”
 Doç. Dr. İnci USER
 Abstract önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır.
 
 
Sosyal Bilimciler Olarak Türkiye''de Kadın Çalışmaları Disiplinine Yaklaşımlarımız”

Prof.Dr. Yıldız ECEVİT

Abstract önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır.

 

‘‘Yöntem Savaşlarının Galibi Kim: Karma Yöntem?”

Prof. Dr. Belkıs KÜMBETOĞLU

Sosyal araştırmaların yöntemi, son yıllarda daha demokratik, daha özgürleştirici bir form olan kalitatif araştırmalara doğru bir değişim göstermektedir. İnsan deneyimlerinin çeşitliliğini kavramayı amaçlayan kalitatif araştırma yöntemi, 1980’lerden bu yana daha genel bir kullanıcı alanı bulmaktadır. Pozitivist, objektivist, ölçüme dayalı bir yöntemle, etkileşimsel/ilişkisel (araştırma ile araştırmacı arasında), karşılıklı bilgi alışverişi temelinde, daha az “varsayan”, daha az “yönlendiren” subjektivite temelindeki kalitatif yöntem arasındaki ‘savaş’, gerek bilimsel camianın çeşitli platformlarında, gerekse araştırmacılar ve araştırma uygulayıcılar (şirketler, firmalar, projeler v.b. gibi) arasında sürüp gitmektedir. Yöntem savaşları, sosyal bilimlerin yöntemi “tek”tir diyen pozitivistlerin hakimiyetinde devam etse de, günümüzde bu savaşın seyri biraz değişmiş gözükmektedir. Özellikle 1990’lardan sonra, ‘Karma Yöntem’, ‘Çoklu Yöntem’, ‘Çoklu Araştırma Stratejisi’ olarak adlandırılan bir orta yol çözümü bulunmuş ve yaygın kabul görmeye başlamış görünmektedir.
 
Bu bildiri yöntem savaşının bir galibi olabilir mi sorusuna “Karma Yöntem” cevabı verenlerin dayanak noktalarını, araştırma stratejisinin epistemolojik, onkolojik, axiolojik temellerini ve kullanılan çoklu  tekniklerini, karma yöntemin her iki yöntem açısından değerlendirilmesini kapsayacaktır. Türkiye’de sosyal bilim araştırmalarında yönteme ilişkin yaklaşımları, yapılan araştırmalar temelinde tartışmayı amaçlayan bu bildiri, sosyal bilimlerin yöntemsel değişime hangi mesafede ve hangi zeminde yaklaştığını, özellikle yöntemlerden birinin görece  yeni kullanılmaya başlanması nedeni ile bu zeminin(lerin) önemini ortaya koymayı hedeflemiştir.
Positive SSL