İnsanın varoluşundan günümüze uzanan süreçte pek çok sorunların, çatışmaların sebebi ya da sonucu olarak gelişen olumsuz bir sosyal durum, acı bir gerçektir. Şiddette toplumsal hayatın acı bir gerçeğidir.
Günümüzde etkisini arttırarak varlığını hisettiren şiddet bir çok sosyal bilimcinin araştırma konusu olmuştur. Dünyada şiddet hakkında çok çeşitli araştırmalar yapılmasına rağmen, şu ana kadar somut bir çözüm bulunamayan karmaşık bir problem olması nedeniyle araştırmcılar için yoğun bir ilgi odağıdır.
Şiddet kin, nefret gibi duyguların dışa yansıtılmasıdır. Uzmanlar şiddetin kaynağını farklı nedenler etrafında toplarlar. Bazıları şiddeti içgüdüsel olarak, bazıları ise şiddetin niteliğini toplumsal olarak kabul ederler.
Toplumsal açıdan ele aldığımız da davranışçılar Skinner ve Watson insan davranışını biçimlendiren şeyin toplumsal koşullanma olduğunu söyler. Kişi yaşam boyu bir kültürel süreçten geçer. İçinde yaşadığı toplum onu belirli bir davranış biçimlendirmesine götürür. Dünyaya gelen her canlı tüm değerlerini bir kültür içersinde yaşayarak öğrenir. Her toplumun kültürü kendine özgüdür. Bazı toplumda doğru olan değerler bazı toplumlarda vahşet ve iğrenç bir durum olarak değerlendirilir.
Sosyokültürel açıdan şiddet konusunda: çocuk yetiştireme biçimi, öğrenme, cezalandırma, özdeşim, alt kültür ve değer yargıları üzerinde durulması gerekir. (Kocabaşoğlu:2000;29)
Şiddet ve ailede ihmalin ilk ailelerle birlikte varolduğu konusunda şüphe yoktur. Avrupalıların Kuzey Amerika''ya ilk yerleşmelerinden itibaren özellikle kadın ve çocuğa yönelik aile içi şiddet dikkat çekicidir. Aile içi şiddet çok genel anlamda kendinin aile olarak tanımlamış bir grup içersinde zorlamak, aşağılamak, cezalandırmak, güç göstermek, öfke, stresini atmak amamcıyla bir bireyden diğerine yöneltilen her türlü hareket şiddet davranışı olarak tanımlanmaktadır.(Güneri:1996,s.87) Şiddet kurbanlarının %90''dan fazlası kadınlar olarak karşımıza çıkar. Bu oranda kadına uygulanan şiddet, bu konunun üzerinde durulması gerektiğini çok açık olarak göstermektedir. Kadının kocası tarafından dövülmesi,sadece toplumumuza has bir problem değildir. Tarihsel süreç içersinde hemen her toplumda görülmüştür. Bir çok toplumlarda bazı şiddet türleri sadece hoş görülmez, aynı zamanda cesaretlendirilir. Evebeynlerin çocuklarını istedikleri gibi kontrol edebilmeleri için bir çok kültürde izin verilmiş hatta bazı toplumlarda da yasalarla desteklenmiştir. 18 ve 19. yüzyıllarda İngiltere''de erkek, ailesi üzerinde tüm haklara sahiptir. Erkek üstün kabul ediliyordu. Erkeğin kadını kontrol edebilmesi için baskı ve şiddet dahil herhangi bir yola başvurması yasaldı.(İlkkaracan ve Gülçür,1996)
Uluslararası düzeyde kurumsal olarak yaşanan şiddet insan hakları çerçevesinde değerlendirilirken, aile içi şiddet özel alanda yaşanan ve eşler arasında çözümlenmesi gereken bir sorun olarak görülmektedir. Bu nedenle yüzyıllardır kadının aile içinde yaşadığı şiddet tabu olarak tartışmalardan uzak tutulmuştur. Yakın bir zamana kadar kadın aile ve toplum içersinde yerini sorgulayan çözümler arayan kadın hareketi 1970''li yıllardan itibaren konuyu dünya gündemine getirmiştir. Dünya''daki bu gelişmeye paralel olarak Türkiye''deki kadın hareketinin sürekli çabasıyla aile içi şiddet 1980''lerden sonra Türkiye gündeminin bir parçası haline gelmiştir.
Bu noktada Feminizm ortaya çıkmaktadır. Aslında feminizm; en kısa tanımıyla toplumda kadının yararlanacağı hakları çoğaltmak ve erkeğinkine eşit kılmak amacını güden bir düşünce akımıdır. Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi hala tüm toplumlarda kadın erkek eşitsizliği vardır. Günümüzde kadınlar toplum içerisinde rollerini ve haklarını istemektedirler. Eşit olarak herşeyden faydalanıp bağımsız olmak istiyorlar. Gelenek, kültür adı altında istemedikleri bir şekilde hareket etmek zorunda kalmak istemiyorlar.Kendileri ile ilgili kararları vermede hakları olduğuna inanmaktadırlar.
Bugün kadınlar, geçmişe oranla çok daha fazla alanlarda yer alıyorlarsa da bu oran dünya genellemesine göre düşük kalmaktadır. Gelişmiş ülkeler de Kadın Hakları diğer gelişmemiş ülkeler ve az gelişmiş ülkelere nazaran daha fazla olabilir fakat dünya gelişmiş ülkelerle sınırlı değildir. Dolayısıyla feminizm incelenirken diğer ülkelerdeki kadınların durumunu iyi bilmek ve ona göre eleştirilerin yapılması gerekir. Hala toplumlar da kadınlar, şiddet ve saldırganlık öğesi içeren davranışlara hedef olma sorunu yaşamaktadırlar. Pek çok kadın sürekli olarak beraber yaşadığı erkekeler ve kocaları tarafından şiddete maruz bırakıldıklarını ve bu şiddetin sınıf, köken veya sosyo -ekonomik düzey gözekmeksizin uygulandığını araştırmalar ortaya çıkartmaktadır. Kadınlara aile içinde uydulanan bu şiddetin hala kadının insan haklarının ihlali olarak görülmemesi, hem toplum hem devlet tarafından, eşler arası çözümlenmesi gereken özel bir mesele olarak kabul edilmesi feminizm hareketinin amacını oluşturmaktadır.Bu gibi kadınları doğrudan ilgilendiren ve etkileyen olaylarla mücadele etmektir. (İlkkaracan, Gülçür:1996)
Aile içi şiddetin feminist teoride ele aldığımızda kadına yönelik şiddet feminist yazılarında sık sık gündeme gelmiş, çeşitli platformlarda tartışılmış ve kadın sorunlarına duyarlı feminist çevreler tarafından kınanmıştır. Aile içi şiddetin nedenleri tartışılırken toplumun ataerkil yapısına dikkat çeken feministler, kadına yönelik şiddetin daha iyi anlaşılmasında, özellikle, cinsiyetler arası güç dengesizliğinin analiz edilemesi gerekliliğini vurgulamışlardır. Şiddetin doğal bir davranış biçimi olmadığının altını çizerek, kadın ve erkeğin farklı sosyalleşmeleri sonucunda ortaya çıkan toplumsal bir kurgu olduğunu iddia etmişlerdir. (Güneri,Kayır:1996)
Kadınların insan temel hak ve hürriyetlerinden faydalanabilmeleri, siyasal, sosyal, hukuki ve eğitim alanlarında erkekelere eşit olma gibi temel hedeflere sahip olan feminizm hareketi çeşitli kollara ayrılmıştır. Genel ve en önemlilerinden olan liberal feminizm, radikal feminizm, ve sosyolist feminizmin her biri farklı söylemlere sahiptir. Şiddete maruz kalan bireyler olarak kadınlar konusu feminizm ve daha fazla ağırlıklı olarak ta sosyalist feminst teori içersinde ele alınacaktır.
Sosyalist Feminizm de ; Marksist Feministler sosyal yapıyı biçimlendiren üretim ilişkileri ve patriarkal aile yapısını sömürünün kaynağı olarak görürken, diğer bir akım bunun nedenini, kadının biyolojik yapısına bağlar. Feminizmin öncülerinden Simon de Beauvoir 1949''da yayınlanan ve ikinci seks adını verdiği kitabında ataerkil toplumlarda kadının nasıl erkeğe göre, yeni norm kabul edilen, geçerli sayılan, cinse göre eksik, edilgen, güçsüz, duygusal ve yeteneksiz diye tanımlandığını anlatır. Gerek bireyler arasındaki ilişkiler gerekse toplumların çeşitli kurumlaındaki iş ve özel ilişkiler kadınlarla ilgili gelenekleşmiş bu önyargılarca düzenlendiğinden Simon de Beauviour''a göre, en bağımsız kadın bile bu çarpık görüşlerin etkisi altında kalır. İkinci seks kitabında "kadın doğmaz, kadın olur" denirken cinsiyet kavramının aslında biyolojik değil, toplumsal olduğu vurgulanmış olur.
1960''ların sonlarına doğru batı toplumlarında görülen feminist hareketler genellikle Simon de Beauvoir ''in çizgisinden farklıdır. Bu dönemde feminist hareketlerin içinde yer alan kadınlar çoğunlukla devrimci sol akımında aktif üyeleridir. Dönemin erkek solcuları toplumsal çatışmanın temelinde ırkçı, etnik ve sınıfsal ayrımların yarattığını söylerken ve kadınlara karşı ayrımcılığın Marksist devrimden sonra kendiliğinden ortadan kalkacağını öne sürerken, Sulamith Firestone gibi feminist Marksistler en köklü ve belirgin toplumsal çatışmanın seksizmden kaynaklandığını savunular. Firestona göre kadınlar erkeklerden farklı ama onlarla eşittirler. Marksist açıdan ise kadınların ezilmesi ve bu olgunun sonuçları, işçilerin ezilmesinin de, bundan doğucak sınıf çatışmalarınında önemli bir sorunudur.
1970 lerin başından itibaren feminist Marksistler ve antropologlar cinsiyet ayrımının değişik toplumlarda değişik biçimlerde ortaya çıktığını, dolayısıyla biyolojik yapıdan kaynaklanan tek tip bir ayrımcılıktan söz edilmeyeceğini örnekler göstererek öne sürmeye başlarlar. Cinsiyete dayalı ilişkiye çağdaş bir yorum getirenlerin başında Gayle Rubin gelir. Rubin 1975''te "Kadınların Antropolojisine Doğru" başlığıyla yayınlanan kitaptaki seks ve cinsiyet konularını birbiriyle ilişkili ancak farklı iki kavram olarak ele alır. İnsanların biyolojik yapılarının onların sekslerini oluşturduğunu söylüyor. Rubine göre kadına ve erkeğe özgü diye ele alınan seksüel gereksinimler bile hep bu toplumsal düzenlemelerden etkilendiğinden içgüdüsel sanılan seksüel istekler ve bunların gideriliş biçimleri gerçekte biyolojik olduğu kadar toplumsal niteliklidir. Rubine göre seksist ayrımın hem başlangıç noktası hemde garantisi ailedir. Kadın ve erkeğin dünyaya geldiği ve cinsiyetlerin oluştuğu aile ortamı ataerkil sistemin egemenliğinde olduğundan aile her yeni kuşakta yeni yöneten erkekler yönetilen kadınlar üretir. .(Arat,1995:50-55) Bu noktada Rubine göre davranışlar aile ve çevresel faktörler tarafından şekillenmektedir. Ataerkil aile sisteminde yetişen erkekler şiddet uygulamayı kendilerinde hak olarak göremktedirler. Erkekler aile içinde yöneten konumundayken, kadınlar yönetilen konumundadır. Erkekler böylece aile içerinde her türlü hakkı kendilerinde görmektedirler.
Sınıfların ortaya çıktığı andan itibaren, egemen sınıfların sömürülenlere, ezilenlere biçtiği tüm toplumsal roller, her zaman kadına ayrı biçimde ve daha da ağır biçimde yansımıştır. Kadın sadece bir köle, serf ya da işçi olarak bırakılmamıştır. Kadın her zaman her yerde kadın olmasından gelen özelliği ile zora maruz bırakılmış boğun eğdirilmiştir. Erkeğin fiziki üstünlüğü kadının boğun eğdirilmesinde bir araç olarak kullanılmıştır. Sabahtan akşama kadar tarlada emek türeten erkek köylünün, yeniden kendi emeğini üretebilmesi için, kadın evde hizmetkar olarak kullanılmaya zorlanmıştır. Oysa aynı kadın tarlada, erkeğin yanında emek te tüketmiştir. Ezilen ve sömürülen sınıfın erkeklerine, egemen sınıflar tarafından hak olarak gösterilmiştir. Bu şekilde erkeğe verilen hak, aynı zamnada ezilen sınıfların kendi içlerinde kendileriyle çatışmaının bir aracı olarak kullanılmıştır. Oysa egemen sınıfların amaçları, emek gücünü en ucuza mal etmek ve en verimli biçimde kullanmaktır. Onların zenginliklerinin, egemenliklerinin rahatlıklarının tek yolu budur ve kadın hiç bir ücret ödemeksizin, emekçi erkeğin sömürücü sınıflara daha ucuza mal olmasını sağlayan bir araç haline getirilmiştir.
Fabrikada bütün gün çalışmış eve gelen işçi erkeğin, evinde kendisini bekleyen ona hizmet sunan, çocuklarına bakan bir kadın olduğunu bilerek yaşamak durumunda bırakılmıştır. Ve kadın doğduğu andan itibaren bu toplumsal görevi yerine getirmek için yetiştirilmiştir. Bu toplumsal görevle yetiştirilen kadın da erkeğin kensinden üstün olduğunu kabullenip her türlü şeye gözyummuştur. Erkeğin üstün konumu, kadının erkeğe hizmet etmesinin ve erkeğin aile içi kararlarda söz sahibi olmasının doğal görülmesi de şiddeti besleyen unsurlardandır. Kadın şiddet uygulayan erkeğe karşı gelmeyip erkek otoritesini ve gücünü kabullenmiş durumdadır. Çalışmayan ve geliri olmayan kadın evi terkederse gidecek yeri ve geçimini sağlayacak parası da yoktur. Bu sebeplerden dolayı erkeklerin her türlü eziyetine maruz kalmıştır. Yüzyıllardır erkek işi diye kandırılan uzak tutulan işlerde çalıştırılarak bunun bir aldatmaca olduğunu gören emekçi kadın, aynı zamanda ev işinin sadece kadın işi olduğu şeklinde aldatmacaya da kanmaz olmuştur ve bir takım haklara sahip olduğunun bilincinde şiddetten uzak herşeyi beraber payalabildiği bir hayat istemektedir.
Sosyalist feminist teori; kadın ezilmişliğinin ciddi sosyolojik, psikolojik ve ideolojik olgusu altında maddi bir temel olduğunda ısrar eder. Marksizmin bu kökenin belirlenmesine ya da tanımına hiç bir zaman eğilmediğini de vurgular.Ailenin bu temelde yatan nedenleri besleyen başlıca yapılarından biri olduğu varsayımına ulaşır. Sosyolist-feminizm, çelişkili ve aldatıcı olan bu iki noktada sosyolist teori ve pratiği reddeder. Zaten sosyolist feminizmin kadının ezilmişliğine sol kanat idealist bir eğilimle basit bir hak eksikliği ve ideolojik bir şövenizm, olarak bakılmasını küçümser. İkincisi sosyolist feministlerin özellikle aileden kaynaklanan psikolojik ve ideolojik kaygıları, yine sol kanatta kadının ve ekonomik olgularla yapılan yorumuna ters düşer. Bütün bunlar ''kişisel politiktir'' sloganının teorik kapsamını oluşturarak sosyolist -feminist akımının kadın sorunu ele alışındaki esasları belirler.
Sosyalist-feministler, Engels''in "Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni" adlı kitabında, aile içi mal-mülk konusuna yaklaşımın yetersizliklerini görmekle birlikte katkılarını da kabul eder. Engels gibi sosyolist-feministler de kadının ezilmişliğini toplumsal gelişme dinamiği içinde ele alırlar, ancak Engelsi''in tanımlayabildiğinin ötesinde diyalektik bir temel oluşturmayı denemişlerdir. Bu diaylektik temelin, belli bir üretim ilişkisine özgü, maddi bir süreç olması ve tüm sınıflarda ya da tüm bilinen toplumlarda kadının ezilmişliğinin nedenlerini Engels''in kitabından çok daha iyi açıklamaya çalışmışlardır. Sosyolist-feministler çocuk doğurma, çocuk yetiştirme ve işi kavramlarının bu kriterlere uyduğu görüşünü paylaşır, ama bu olgular ile kadının ezilmişliği arasındaki ilişkilere çok daha geniş kavramlar getirmişlerdir.
Sosyalist-feministlerin teorik çalışmasının gücü zenginliği ve kadın hareketlerine gerçek katkısına karşılık; uygulayıcıların Marksist teoriyi yeterince kavrayamamış olmaları bu teorinin gelişimi engelemiştir. Kökeninde kadının özgürlüğü ve geniş anlamda bağımsız bir kadın hareketine bağlı eylemleri içinde, sosyalist feministler, sol anlayıştaki eğilimler ve tartışma konularıyla ilişkilerini ancak son yıllarda farketmeye başlamışlardır.
Sosyal feministler, sosyolizimde kadın sorununa eğilen çalışmaları, teorik ya da pratik bir öz yakalamak amacıyla incelemişlerdir. Sosyalist feminist hareketinin en büyük katkısı kadının ezilmişliğinin kökeni ile ilgili olarak getirdikleri sorular; toplumsal yaşantının her alanında cinsiyet ayrımı, kadın özgürlüğünün anlamı ve tanımı, cinsiyete karşı ya da sosyolizm için verilen mücadelenin örgütlenmesi gibi konuları da içine alan boyutta sorulardır ve bugüne dek sosyolist teorinin verileriyle açıklanmıyacak niteliktedirler. (Vogel,1990;46-56)
Marks ve Engels''in kadın sorunu üretim olgusunun belli sosyal ilişkileri çevresinde odaklanırken sosyal- feministler kadın ezilmişliğini aile ve toplumsal çoğalma konularından ayırmaya çalışmaktadır. Mitchell, Marks ve Engels''in analizlerini çok dar kapsamlı bulduğunu ve Marks''ın ekonomik açıklamalara fazlasıyla bağımlı kaldığını belirtmiştir. Bu açıdan Marks ve Engelsin çalışmalarında bir aile tartışmasından ayrı tutulmuştur. (Mıtchell, Juliet, "Woman Estate", sayfa 78,80)
Şimdiye kadar anlatılanlar da sosyolist feminist teoriye göre kadın ezilmişliğinin nedeni ve bu incelemelerin eksik kalan yönler üzerinde durulmuştur. Kadın ezildiği sürece toplumda her türlü şiddete mahkum kalacaktır. Sadece şiddet açısından değil her türlü yönden sömürülmeye maruz bırakılır. Kadının özgürlüğü kadar tüm insanlığın gerçek toplumsal eşitliğine tam bir inanç ve bağlılık şarttır. Günümüz toplumları güç eşitsizliğine kuruludur. Kadınların ve erkeklerin belirli rolleri vardır ve bu rollerin öğrenilmesine dayalı bir toplumsallaştırma süreci erkeklere toplumda güçlü ve üstün bir konums ağlamakta ve erkeklerin kadınlar üzerinde şiddet uygulaması için hoşgörü ortamı hazırlamaktadır. Toplumun erkeği güçlü, akılcı, üretici olarak göstermesi ve kadına hakim olma, eşine hakim olma, eşini yönetme rolünü vermesi ile de bir erkek mdeli oluşturmakta ve erkek kendisine yüklenen bu rolü yerine getirme amacıyla şiddet uygulamaktadır. Feminist teeoriler altında kadınlar da özgürlüğünü savunduğu sürece koruyacak, toplumda kendini savunup ezdirtmiyecektir.
Sosyolist -feminist teoriyi incelerken marksizme de ara ara yer verilmiştir. Fakat bu teorilerin açığa çıkması ve söylenenlerin daha iyi anlaşılması açısından kadın ve şiddet marksist teoirlerde ele alınacaktır.
İlk olarak Marksist teoride kadının köleleşmesinin nasıl başladığı ve şekillendiği konusuna değinerek başlayalım.
Kadının köleleşmesi; ailenin kabileyle zıtlaştığı; özel mülkiyetin geliştiği toplumun sınıflara bölündüğü ve sınıf uyuşmazlıkları dizginini sıkı sıkıya tutmak ihtiyacından Devlet''in doğacağı tarih öncesi dönemle aynı zamana gelir. Tarih öncesinin ilk dönemlerinde, erkek, kara ve deniz avcılığıyla uğraşırken, kadın çocuklarını beslemek, onları vahşi hayvanlara, soğuğa, iklim değişikliklerine karşı koruyan daha bir çok aile içi olayları üstlenirken, erkek kadının yaptıklarının değerini bilir; sosyal ve entellektüel bakımdan, kadın erkeğe en azından eşittir. Anaerkil dönemde, kadın öncelikli bir otorite kurmuştur, soy zinciri kadın tarafından sayılıyordu ve çocuklar annenin kabilesinden oluyorlardı. Daha sonraları bakır, bronz ve demirin keşfi, madeni alet ve silah yapımı, başlıca kar ve varlığı sürdürme kaynağı haline gelen savaş, erkeğin zaferini getirdi, eski iş bölümünü alt-üst etti, kadının ev içi görevlerini ikinci plana attı. Özel mülkiyetin yayılmasıyla, değerli eşyanın aile içinde birikimiyle ve devamlı artan zenginleşme arzusuyla varlıkların devri sorunu ortaya çıktı. Erkek, kadının hegemonyasını kaldırmak için var kuvvetiyle çalıştı. (Kadın ve Marksizm:1979;16-26)
Ortaçağ''a gelindiği zaman, kadın erkeğin malı olarak görülmekteydi. Bu dönemde toplumun ezdiği kadın son derece düşük ücretle yetinir durumdaydı. Rönesans kadının hukuki durumunu değiştirmemesine karşın törelerde önemli değişiklikler getirmiştir... İcatlar ve keşifler, ferdiyetçi itiş ve hümanizm, feodal alışkanlıklara ve skolastiğe karşı ateş açarlar. Kadın bir takım bağımsızlığa kavuşur, düşünce hayatına girer. Toplumsal ilerleme ve çağ değişimleri, kadınların özgürlüğe doğru ilerleyişi ile orantılıdır, toplum alanında gerilemeler ise kadınların özgürlüğünün azalmasıyla meydana gelirler. Kadın imtiyazlarının genişlemesi, tüm toplumsal ilerlemenin genel ilkesidir. Şiddet açısında da bakıldığında toplumların ilerlemesi kadınların daha iyi eğitim alması ve kendini geliştirmesi oranında olur. Kadın kendini geliştirdikçe kendi hak ve özgürlüklerinin farkına varıp kendisini ataerkil yapıdan kurtaracaktır. Kadın kendini geliştirdiği haklarını koruduğu oranda da toplumların ilerlemesi mümkün olur. Kadın belirli haklara sahip olup ekonomik özgürlüğünü elinde bulundurduğu , iş hayatında ve özel hayatında kendini gösterdiği oranda şiddetin azalacağı veya kadınların şiddet karşısında tepkilerini belirtebilecekleri düşünülmektedir.
Engels de kadının köleleşmesinin özel mülkiyetin belirlenmesine bağlı olduğunu gösterir. Ekonomik sebeplerle anaerklilğin yerini tutan ataerkillik kadını erkeğe bağımlı kılar. Burjuva hukuku erkeğin üstünlüğünü onaylamaktan başka şey yapmaz. Ama ucuz ve fazla el emeğine ihtiyacı olan kapitalizmin kadınları fabrikalara alır. Kadınların üretime iştiraki onların kurtulmasını sağlayacaktır. İşte o zaman kadının kurtulmasının birinci şartının tüm dişi cinsin kamu sanaayine girmesi ve bu şartın da, ailenin, toplumun ekonomik birimi niteliğinin kaldırılmasını gerektirdiği görülecektir.(Engels: Ailenin özel mülkiyetin ve Devletin kökeni ,1992)
Marks bir yandan özel mülkiyet ve kominizm, diğer yandan erkek ve kadın arasındaki çifte ilişkiyi dialektik olarak ele alır. Marks, kadın ve erkek ilişkileri toplumsal gelişmenin vardığı seviyeyi gösterir. Kadınların ortaklaşalığı, yalnız aynı seviyeye getirme arzusuyla hayat bulan ve ele geçirme iştahını gidermek için özel mülkiyete karşı duran işlenmemiş bir kominizm ifadesidir.
Lenin''e göre Kadının özgür hale gelmesi kendi maddi bağımsızlığı şartına bağlıdır. Kadın üretime iştirak etmelidir. Kadın, erkek için sosyal alanda paha biçilmez bir yardımcı olacaktır. Zira kadın bu alanda özel yeteneklerini kullanacak, örgütleme ve işlere bakma tecrübesini getirecektir. Kadının gerçek kurtuluşu, gerçek komünizm, ev ekonomisine karşı yığınların savaşı başladığı zaman, yahut daha doğrusu, büyük sosyalist ekonomiye doğru kitlesel dönüşüm sırasında başlayacaktır. (Kadın ve Marksizm:1979;60-65)
Genel olarak toparlamak gerekirse erkeğin üstünlüğü çerçevesinde yürütülmek üzere, tarihsel olarak, bu görevin çalışan sınıf ailesine verilmiş olması; bu birimi kadının ezilmişliğinin kurumlaşmış bir mahzeni durumuna getirmiştir. Evde ev işçisi olarak kadın, ücretli işte çalışan erkek için karşılıksız hizmetler verir. Bu da kadın erkek arasında düşmanlıklara yol açar. Kadının ayrıca politik ve sosyal eşitsizliği ve hakları için savaşması da yine kadın-erkek arasında bir çelişki nedenidir. Aile ve ev içinde sürekli gerilim içinde bu ortamda, kadının ezilmişliği salt erkek tarafından ezilmişliğine bağlı görünür. Çünkü tarihsel bir iş bölümünün yarattığı tarihsel bir düşmanlıktan kaynaklanan bu gerginlik aile içinde de mevcuttur. Ancak kapitalist düzen için önemli olan aile değildir. Kapitalist düzen için kadının, toplumsal çoğalımına gerekli olan, sorumluluğunu yerine getirmesidir. Bu bakış açısı, kapitalist toplumlarda kadının ezilmişliğinin sürüp gitmesinin nedenini açıklamaktadır. (Vogel,1990:201) Marksist teoriler altında kadınalrın ezilmemesi için egrekli koşullardan bahsedilmiştir.Daha öncede belirtildiği gibi kadının ezildiği sürece ne toplumların gelişmesinden ne de şiddet gibi toplumların sorunlarından kurtulmaktan bahsedebiliriz. Kadın ancak kendi özgür ekonomik gücüne ve haklarına kavuştuğu oranda toplumlarda gelişme görülebilinir. Aile içindeki şiddetin de engellenemsi için kadınların eğitim düzeylerinin yükselmesi,ekonomik faliyetlere katılımının arttırılması sağlanmalıdır. Bu sayede kadın daha bilinç sahibi, kendi haklarının farkında olarak kendini ezdirmemeyi başarabilir.
Buraya kadar olan kısımda şiddet olgusu Feminizm ve Marksist teoriler içersinde incelenmiştir.Bu kısımda şiddetin diğer bir türü olan simgesel şiddet sembolist yaklaşım çerçevesinde ele alınacaktır.
Şiddet denildiğinde, ilk akla gelen genelde fiziksel şiddettir. Fiziksel şiddet türü kadar da önemli bir şiddet türü de simgesel şiddettir. Sembolist yaklaşım, şiddetin maddi olduğu kadar zihinsel de olduğunu vurgular. Maddi olarak şiddet, nesneleri çarpıtmak, hasara uğratmak veya yok etmek için zor uygulanmasıyla ilgilidir. Zihinsel tasarımdaki bir terim tehdit edildiği zaman tecavüz gerçekleşmiş olur ;teacvüzün yoğunluğu , hem tehditin gücüne hem de terimin tasarımdaki önemine bağlıdır. Terimin karşılık geldiği maddi nesneye uygulanan yıkıcı fiziki güç , böylesi bir tehdit getirebilir. Terim, zor kullanan birinin, kendisine zor kullanılan birisinin, zor kullanıldığına tanık olan birinin veya bunların birkaçını veya tümünü kendinde toplayan birinin zihninde bulunabilir. Bu açıdan hem yumruk atan hemde yumruk yiyen böksörler hem mütecavüz hem de mağdurdurlar. Dövüşe tanık olan insanlar ,fiziki kuvetin tecrübesini yaşamazken, boksörlerin tecavüzünü yaşayabilirler; böylesi bir tecrübe dövüşe tanık olmanın özelliğidir. Buradaki örneğe dayanarak aile içi şiddet konusunda kadın zihinsel olarak tecavüze uğrayan kişidir ve genellikle çocuk da burada seyirci olarak şiddete maruz kalmaktadır. Şiddeti bire bir yaşamayan çocukta şiddet kurbanı olmuştur.
Şiddet tehditlerinin "gerçek" şiddetin uygun (ve keyfi olmaktan uzak ) bir simgesi olarak görülmesi gerektiği ve bunun, insanların hayli hafif fiziksel zarar verme edimlerinden amansız bir şekilde gerçek şiddetin gelişebileceğini bildikleri olgusuna dayandığı kanısındadır. Kısaca, "tehdit edilen" ile " gerçek" arasındaki bağlantıyı destekleyen şey doğal seçme ve soyun korunması güdüsü değil, şiddetin denetlenemezliği hakkındaki bilgidir. Şiddet hakkındaki ikinci " güncel konu ", sosyolojik düşüncenin bazı dallarında son derece geniş bir sosyal edimler yelpazesinin şiddet deyişi ile nitelenir hale gelişinin tarzına ilişkindir.Bu yüzden ruhsal acı sonucunu doğuran edimlerden şiddet olarak söz edilebilir ve örnek vermek gerekirse Bourdieu nun simgesel şiddetin de ekonomik yoldan veya da tutkusal yükümlülüklerini kullanarak biri üzerinde kalıcı denetim kurmak anlamında fikrini ortaya atar.( Riches,D, 1989:s:19)
Çok geniş kapsamlı olan simgesel şiddet türünde eylem öncesi simgesel dil ve işaretler öne çıkmaktadır. Daha çok yüz ifadeleri,mimik ve işaretler egemendir.Bir öğretmenin öğrencisine ,anne-baba çocuklarına uzaktan gönderdikleri yüz ifadeleri simgesel bir değer taşır. Aile içerisin de de kadının dinine, ırkına, diline, kültürel grubuna veya geçmişine ait değer verdiği inançların aşağılanması veya onlara aykırı davranmaya zorlanamsıda örnek olarak verebiliriz.
Ayrıca aile bireylerinin sürekli aşağılanması, hakaret etmek, kısıtlamak, davranışlarını da engellemek şiddete girmektedir. Daha bunun gibi pek çok örnek sayılabilinir.
Şiddet açısından toplumlarda medyanın da büyük önemi bulunmaktadır. Değişen toplumda medya çok etkili hale gelmiştir. Önceki yıllara göre çok farklı işlevler yüklenmiştir. Medyanın toplumların gelişmişlik durumlarına göre zaman zaman amacını aşan işlevlere yöneldiği ise bir gerçektir. Özellikle şiddetl ilgili yayınlar konusunda özellikle televizyonlarda gösterilen yayınlar şiddeti özendirici niteliktedir. Şidettin medyada bu kadar açık olarak gösterilmesi çocuklar açısından da büyük sorun yaratmaktadır.Çocuklar bu programları izleyerek dolaylı olarak simgesel şiddete uğramaktadırlar. Bu şiddet programları çocukların bilinçaltına yerleşerek onları suça ve şiddete yöneltmektedirler.Sadece çocuklar açısından değil eğitimden yoksun bireyler açısından da özendirici öneme sahip olduğu düşünülmektedir.
Genel olarak tüm yazılanlar ışığın da şiddet kavramı ve aiele içinde kadına karşı şiddet ayrıntılı olarak 3 teoriye uylanmıştır.Kadın yazımızın ana konusudur. Türkiyede kadın son zamanlarda önem kazanmış haklarına daha dazla kavuşmuş görünse de bu yorumlar genellikle gelişmiş kentlere göre yapılmaktadır. Hala Aanadolu da kadınlar ataerkil aile kavramı içersinde ezilmektedir. Haklarına sahip çıkamamaktadır. Çalışma hayatında söz sahibi değillerdir. Kentlerde kadınların eğitim seviyesinin yükselmesi, iş hayatına daha fazla girmesiyle ekonomik özgürlüğüne sahip olması kendi haklarına daha fazla sahip çıkmasına sebep olmuştur. Kendilerini ezdirmemenin bilincine varmışlardır.Şiddete maruz kalmaları durumunda neler yapmaları gerektiğinin bilincindedir. Tabiki bu yorumlar kentlere göre yapılmaktadır.Türkiye'' yi Anadoludan soyutlayamayız. Hala Türkiye''nin önünde katetmesi gereken uzun bir yol bulunkatadır. Kadınlara ve topluma bu bilinç kazandırıldığı oranda şiddetin önüne geçileceği ve toplumun daha ileriye doru gitmesinin kaçınılmaz olduğu düşünülmektedir.
KAYNAKÇA
Arat N., 1995, Türkiye''de Kadın Olmak,İstanbul,Say Yayınları.
Abadan, Unat, 1979, Toplumsal Değişme ve Türk Kadını, Ankara, Türk Toplumunda Kadın Türk Sos. Bil. Yayınları.
Büker S., Kıran A., 1999, Televizyon Reklamlarında Kadına Yönelik Şiddet, Alan Yayıncılık.
Dogan. İ., 2002, Sosyoloji Kavramlar ve Sorunlar, Ankara, Pegem Yayıncılık.
Engels F., 1992, Çeviri:Kenan Somer, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Ankara , Sol-Onur Yayınları.
Guneri Kayır, 1996, Mor Çatı Evdeki Terör; Kadına Yönelik Şiddet, İstanbul, Kadın Vakfı İnceleme Dizisi:1, Yön Matbaası.
İçli G. Öğün, 1995, Ailede Kadına Karşı Şiddet ve Kadın Suçluluğu, Ankara, Bizim Büro yayınları.
İlkkaracan, Gülçür, Arın, 1996, Aile içi Şiddet ve Kadın Suçluluğu Sıcak Yuva Masalı,İstanbul, Metis Yayınları.
Kocabaşoğlu, Tahran, Yavuz, Savrun, 2000, Biyolojik Sosyolojik ve Psikolojik Açıdan Şiddet, İstanbul, Sökmen Yayınları.
Marx-Engels-Lenin-Stalin, 1979, Çeviren M.Öngören, Kadın ve Marksizm, İstanbul, Öncü yayınları.
Riches D., 1989, Çeviren:Dilek Hattatoğlu,Antropolojik Açıdan Şiddet,İstanbul, Ayrıntı Yayınları.
Sokullu, Akıncı, Suç Nedenleri, www.kriminoloji.com, 29 Aralık 2004.
Taş, Uyanık, Karakaya, Şiddeti İçselleştiren Kadın Profili, Türkiye İçin Nicel Bir Yaklaşım, http://www.die.gov.tr/tkba/English_TKBA/makaleler.htm.
Vogel. L, 2003, Çeviren M.Öngören, Marksist Teoride Kadın, İstanbul, Pencere Yayınları.
*Yeditepe Üniversitesi, SBE, Antropoloji Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi